Rance Nehri’nin ağzını geçer geçmez, karşımıza çıkan sur duvarlarının etrafında sıra sıra otoparklar olmasına rağmen, bir korsan saldırısına karşı temkinli davranmaya çalışır gibi her an etrafımıza bakınarak, sakin sularda süzülen masum yolcuların ürkekliği ile ana giriş kapısı Port St.Vincent’a kadar ilerliyoruz.
Fransa’nın Bretanya kıyılarındaki St.Malo’yu gezmek için seçtiğimiz zaman diliminde hava, rüzgarla birlikte atıştıran yağmurun her an patlayacak fırtınayı haber verdiği, kasveti ile bu tür havalara alışık denizcileri eğlendiren, alışık olmayanlar için ise, gerilimi tetikleyen bir ağırlıkta.
Manş Denizi’ne hakim konumu ile, korsanlarının saldığı nam yosunlaşmaya yüz tutmuş duvarlarına kazınmış İNTRA MUROS, aynı renk taş duvarları ve aynı renk taş evleri ile tavizsiz, sert mizaçlı bir görünüm sunuyor. Anakaraya ince bir yol ve doğal bir marina ile bağlanan yarımadadaki surlarla çevrili bu eskinin liman kasabası, duvarların arasındaki kemerli kapılardan sizi, gizli bir dünyaya, korku ile karışık heyecanlı bir merak uyandıran, korsanların o ürkütücü yaşamına sokuveriyor.
Ancak, Port-St.Vincent’in çift girişli kapısından sur içine girince, bizi beklediğini sandığımız korsan hanlarının, sıra sıra krepçi dükkanlarına dönüşmüş olduğunu görüyoruz. Bugün artık Belediye olarak hizmet veren Chateau de St.Malo’da, korsanların maceralarını görebilmek için, müzesinde sergilenenlerle yetinmemiz gerektiği gerçeğini yüzümüze vuruyor .
Önümüzdeki ilk sokak Rue Porcon de la Barbinais’e girince, cadde boyunca sıralanmış, deniz ve denizcilik ile ilgili pek çok seçenek sunan hediyelik eşya dükkanlarının albenisi karşısında, çocuksu beklentimizin gönül kırıklığı, ne alalım telaşına dönüşüyor. Çocukların ısrarını kırmayıp, farklı tipte ve boydaki sayısız gemi maketi arasından, istediklerini seçmelerine izin veriyoruz.
Alışveriş caddelerinin bizi yönlendirdiği küçük meydana ulaştığımızda, aynı yükseklikte sıralanmış tek tip geniş çatıları olan disiplinli yapılar arasında, ince uzun kulesinin sivriliği ile, St.Vincent Katedrali, şehrin tartışmasız hakimi olduğunu ilan ediyor. Bir deniz fenerinin ışığı gibi çok uzaklardan algılanabilen Katedral, II.Dünya Savaşı’nın ardından yeniden inşaa edilmiş. St.Malo adının esin kaynağı olan, 6.yy.da buraya gelmiş keşiş Maclou’nun hikayesini anlatıyor bize.
Sur içini dolaştıran turistik gezi treninin ardından bir müddet koşturan çocuklar, Manş Denizi kenarındaki istihkam duvarlarına ulaşıyor bizi. Yapılardan kısa köprüler ile ayrılmış koruma duvarlarının üstüne çıkar çıkmaz, denizciler gibi elimizi gözlerimize siper edip, ufku gözlemeye başlıyoruz. Önümüzde bir yarım ay oluşturacak şekilde irili ufaklı dağılmış adacıkların bazılarına, gözlem amaçlı küçük kaleler yapılmış. Manzara, karaya bu derece yakın ama denizin ortasında, tehlikeden haberdar ama bir o kadar da maceranın içinde olan o küçük kalelerde, korsan olmaya istek doğuruyor.
17.yy.da St.Malo’nun, Fransa’nın en büyük limanına dönüşmesi sonucunda sahip olduğu zenginlik, yabancı yağmacıları limana çekmeye başlayınca, ‘’corsair’’ adı verilen denizciler, ganimetlerini bizzat kral ile paylaşmak karşılığında, yabancı gemileri yağma izni alarak, şehri korumayı karlı bir amaca dönüştürmüşler. Bu devlet destekli korsanların en tanınmışlarından olan Robert Surcouf gibi, deniz ticareti ve korsanlık sayesinde zenginleşen St.Malo’lu armatörlerin, İNTRA MUROS dışındaki korunaklı plaj boyunca yaptırmış oldukları ‘’malouiniere’’ adı verilen malikaneler, uzaktan bile, erken modern çağın estetik anlayışını yansıttıkları romantik cepheleri ile göz alıyorlar.
Tüm Bretanya sahillerinde olduğu gibi, deniz, şiddetli gel-git’lerin etkisi ile metrelerce çekilmiş olduğundan, yazın artık bir sayfiye kasabasının plajları olarak kullanılan sahiller, gerçeğinden büyük görünüyor. Ahşap kalyonların yerini yelkenliler almış, kıyılarda demirlemiş kadırgaların yerinde, gençlerin eğlencesi, lazerler, sörfler istiflenmiş, sabırla yaz günlerini bekliyor.
St.Malo’da yaşamış denizcilerin ruhları gibi serseri bir dağınıklıkla etrafa saçılmış kara parçalarının en yakındaki ‘’Le Grand Bé ’’ adasında, St.Malo doğumlu Chateaubriand’ın mezarını görebiliyoruz. Mezar olarak seçtiği yer, dünyaya yaydığı romantizmi öldükten sonra da kaybetmediğini, bedeni Fransız topraklarına ait olsa da ruhunun, aşkı bulduğu İngiltere’yi gözleyerek binlerce denizcinin hayaleti ile birlikte bu kıyılarda dolaşıp durduğunu düşündürüyor.
Çocuklar, surların dar kulelerindeki dönemeçlerde birbirlerini korkutmaya çalışıyorlar ve her dönemeçte, tekrar tekrar korkmayı başarıyorlar. Yaşanmış hikayelerin çığlık sesleri, kasvetli duvarlarda yankılanınca, her an birileri saldıracak gibi bir hisse kapılmış olmalılar. Gittikçe şiddetlenen rüzgarın ve artan kara bulutların, bu nedenini kestiremedikleri tedirginlikte payı var.
Biraz ısınmak, belki de korunmak isteği ile, ufku rahatça seyredebileceğimiz, surların üzerindeki, ‘’Creperie Le corps de Garde ‘’ adlı krepçiye giriyoruz. Çocuklar çikolatalı olanları tercih ediyor, biz ise yörenin spesiyali olan, ‘’ beurre sucré ‘’ denilen, şekerli ve tereyağlı olanını denemek istiyoruz. Breton tereyağlarının özelliği olan tuzlu yapısı, ince hafif bir hamur olarak yapılmış kreple birbirlerini iyi dengeliyor.
Kahvelerimizi yudumlarken, sanki dikkatimizi çekmek ister gibi şiddetle cama vuran bir esinti ile elimizde olmadan aklımızdan şöyle geçiyor ; cama vuran rüzgar mıydı, yoksa yüzyılların savrulmuşluğunda iyi bir krep yemeyi özleyen korsanların ruhları mı ?
Behiye Işın – Mayıs 2012 – Zamansız Yazılar
kuzey-fransa-nisan-2011 gezisinden…