25 Haziran Pazartesi 2012
Maalesef Floransa ziyareti, ancak bu günün sabahına kalmış oluyor. Daha önce ziyaret etmiş olduğumuz için, Floransa’nın çocukların fazlaca ilgisini çekecek bir yapıda olmadığının, daha ziyade sanatsever genç gezginlere hitap ettiğinin farkındayız.
Ama ne olursa olsun, Duomo kilisesinin muhteşem kubbesini, cüssesinin dar alanda bıraktığı heybetli etkiyi ve Rönesansın en önemli adımlarının atıldığı şehrin kokusunu mutlaka duymalarını istediğimiz için, minik kiralık arabamızla erkenden Floransa merkeze gidiyoruz. Ciddi bir pazartesi trafiği bizi hırpalıyor.
Ya biz alışık olmadığımız bir araba ve bilmediğimiz yollarda ürkek davranıyoruz, yada genelde küçük araba kullanan İtalyanlar, hafif arabanın veriyor olabileceği zıplama hissi ile bir sürüş çılgınlığına sahip. Motosikletli terörü ise trafikte başka bir panik unsuru. Trafikte çok da alışık olmadığımız, hatta İstanbul’da o çekilsin, ezerim ben mantığı ile ciddiye almadığımız motosikletli figürü, burada son derece hızlı ve seri halde çoğul olunca, aynadan bakıp görene kadar, yanından rüzgar gibi arka arkaya geçen 8-10 motosikletli, elimizi ayağımızı dolandırıyor.
Tekin, iyice stres olunca, yakın uzak demeden ilk boş bulduğumuz otoparka dalıveriyor. Böylece kuzeyden güneye, Arno Nehri’ne doğru bir müddet yürümemiz gerekiyor ki, dünyanın en eski sanat okulu Academia di Pelle Arte’ye devam eden akademi öğrencileri ile dolu olan Piazza San Marco Meydanı’nın da önünden geçmiş oluyoruz. Meydana açılan Via Ricasoli Caddesinde, Galleria dell’Academia ( Güzel Sanatlar Akademisi ) bulunuyor.
Avrupa’da resim ve heykel öğretmek üzere, 1563’te açılan okul, öğrencilere materyel sağlamak amacı ile 1784 yılında bir sergi oluşturmuş ve bu sergininde tartışmasız en ünlü eseri, 29 yaşında döneminin en iyi heykeltraşı ünvanını kazanmasına sebep olan Michelangelo’nun dev boyutlu çıplak Davut Heykeli. Açık meydanlarda görülenler, bu heykelin sadece birer kopyaları.
Kısa bir yürüyüş ile Floransa’nın kalbinde yer alan Duomo Kilisesi’ne ulaşıyoruz. Floransa’nın sembolü ve Avrupa’nın da dördüncü büyük kilisesi olan Duomo – Santa Maria del Fiore – gerçekten büyük. Floransa, ortaçağdan bu yana dar sokak yapılanmasını koruduğu için, gerilere doğru açılıp, fotoğraf kadrajlarına sığdırabilme imkanı olmuyor.
Neo-gotik tarzdaki kilise, mermer, mermer oymalar ve rölyeflerle süslü, adeta mermeri yüceltmek için yapılmış bir başyapıt. Ön cephe ve çan kulesinin işçiliğinden başka, 16.yy. tarihli içerideki mermer zeminde, son derece ince ve zarif bir işçiliğe sahip.
Floransa’nın yerleştiği vadide, çok uzaklardan dahi fark edilebilen ( çünkü onu aşacak yapı yapmayacak kadar akıllılar- ah güzel İstanbul’umun kalmayan silueti ) Duomo’nun tuğla döşeli Brunelleschi yapımı kubbesi 1463 yılında, o dönemde yapı iskelesi kurulmadan inşaa edilen en büyük kubbe olarak tamamlanmış.
Ön cephenin tam karşısında yer alan ve Dante gibi Floransa’lıların vaftiz edildiği vaftizhanenin, Lorenzo Ghiberti tarafından yapılan ‘’ Cennet Kapısı ‘’ nda, Hıristiyan inancında yer alan son yargı betimlenmiş ki kendi başına erişilmez bir sanat eseri olan bu kapıda, kilise kadar ilgi çekici.
Vaftizhanenin ve Duomo’nun girişinin güney yönünde yer alan, Loggia del Bigallo, ( 1358 )terk edilmiş çocukların bırakıldığı yetimhane farklı cephesi ile ilgimizi çekiyor ancak, bizim çocuklar daha ziyade çocukların terk ediliyor oluşuna şaşırarak etkileniyorlar.
Bu bölgeden Arno Nehri’ne kadar olan eski yerleşim, dama tahtası sistemi ile devam ediyor ve bu sokaklar günümüzde artık dondurmacılar ve hediyelik eşya dükkanlarını barındırıyor. Kilisenin arkasına açılan Via del Procondo Caddesini devam ederek, 13.yy. tarihli, bugün Belediye Sarayı olarak işlev yapan Palazzo Vecchio’nun hakim olduğu, Piazza delle Signoria’ya geliyoruz. Davud heykelinin bir kopyası bu meydanda da yer alıyor.
Palazzo Vecchio’da, 3 yüzyıl boyunca zengin ve sanata düşkün Medici ailesi yaşamış. Floransa’nın Avrupa’nın kültürel ve entelektüel merkezi haline gelmesinin sebebi olan bu aile, benzeri görülmemiş bir gelişme için itici gücü sağlamışlar. Bu sayede sanatçılar şehre akın ederek dünyanın en önemli Rönesans eserlerini yaratmışlar.
Orta avlusunun içinden geçtiğimiz Ufizzi Sanat Galerisi‘nde, Rönesans eserlerinin büyük bir kısmını görmek mümkün olabiliyor. Pazartesi olduğu için kapalı olan galeriye, upuzun kuyruklarla girilebildiğini ve laf olsun diye gezmek yerine, en az bir gün ayırmak gerektiğini biliyorum.
Galeri duvarlarına heykelleri yerleştirilmiş olan, edebi düşün dünyasına katkıda bulunan Dante, Petrarca, Machiavelli gibi yazarları ve Floransa’nın, dünyanın en büyük sanat başkentlerinden biri olmasını sağlayan Botticelli, Michelangelo, Donatello gibi ressamların heykellerini göstererek isimlerini çocuklara öğretmeye çalışmak dahi bizim için kazanılmış bir değer oluyor.
Floransa’nın bir başka simgesi, dünya tatlısı Ponte Vecchio.1354 yılında inşaa edilmiş, şehrin ayakta kalan en eski köprüsü, üzerindeki yapılar ile başka köprülerden farklı bir karakter kazanmış. İlk yapıldığında, atıklarını nehre atan kasap ve dericiler için yapılan köprü tepki alınca, yüksek kiralar ile kuyumculara verilmiş. Köprü üzerindeki yapılar hala bu amaca hizmet ediyor, hatta ünlü kuyumcu Benvenuto Cellini’nin bir büstü de köprünün ortasında yer alıyor.
Köprüden sonra karşı tarafa geçince, Palazzo Pitti’ye ye ve arkasında yer alan geniş Boboli Bahçeleri’ne ulaşılabiliyor. Bu görkemli sarayı banker Pitti ailesi, Medici’lerle güç yarıştırmak için yaptırıyor ama, binanın maliyeti Pitti’leri iflasa sürükleyince, bina sonunda yine Medici’lere satılıyor. Bu da bir başka İlahi Komedya olsa gerek.
Biz köprüden sonra, otelden çıkış yapacağımız için fazla oyalanmadan dönüşe geçiyoruz. Piazza delle Republica üzerinden otoparka doğru geri ilerleyerek, eski düzende yaşayan modern Floransa sokaklarına göz atmış oluyoruz. Floransa’nın elit caddesi Via Roma üzerindeki şık Gilli pastanesi camekanındakilerle bizi içeri davet ediyor. Bu tarz cezbedici camekanlara ayıracak her zaman biraz vaktimiz olduğu için, illaki bir iki İtalyan pastası ve başka hiçbir yerde İtalya’daki lezzetini yakalayamadığımız ‘’capuccino’’lardan içiyoruz.
İşin keyif konusu da eksik kalmayınca hızlıca otele dönüp, çıkış yaparak, arabayı araba kiralama park alanına teslim edip, buraya taksi ancak müşteri geldiğinde geldiği için, havaalanı servis minibüsü ile Floransa havaalanına kadar gidiyoruz. Bu sayede görmüş olduğumuz Floransa havaalanı oldukça küçük ve şehre çok yakın olmasına rağmen ulaşım biraz problemli. İnsanların neden akın akın araba kiralamaya geldiği anlaşılıyor.
Floransa ana tren garına götüren belediye otobüsü var ama, dört kişi olunca otobüs bilet parası ile taksi aynı hesaba geldiğinden otobüs saatini beklemektense, oldukça fazla olan taksilerden, sıradakine biniyoruz. Zamandan kazanç, eziyetten tasarruf.
Floransa Santa Maria Novella tren garından, Roma için bilet alıyoruz ve treni, kalkmasına 2 dakika kala bulabiliyoruz ancak çünkü, hattın üstünde Napoli yazıyor. Ufak bir stres ve panik sonrası yerleştiğimiz, saatte 250 km/h ile giden konforlu bir tren ile 1,5 saatte Roma Termini istasyonuna ulaşıyoruz.
Çocuklar acıkmış olduklarından, havaalanı kadar büyük, kalabalık ve dükkan dolu garda, hayatımızın en sıcak ve kalabalık Mc Dnalds’ını yedikten sonra, A metro hattı ile otelimizin bulunduğu Barberini istasyonunda inerek, küçük ve samimi otelimiz Hotel Alexandra’ya kendimizi atıyoruz.
Sıcaklığın, zaman akşamüzerine yaklaştığı için ancak makul düzeyde olduğu Roma’yı, klasik bir turist güzergahı üzerinden turlamaya başlıyoruz. Otele çok yakın olduğundan, Via Sistina Caddesi üzerinden ilk ulaştığımız nokta, Piazza di Spagna.
Via Sistina gibi, Via Condotti Caddesi de mağazaları ile hayli cazip ancak, meydanın asıl özelliği, tepedeki Fransız Kilisesi Trinita dei Monti’yi meydana bağlamak için yapılmış olan geniş merdivenler.
Özellikle yaz bahar aylarında bolca çiçek ile renklendirildiğinde hayli hoşa giden bir görünüm sunan bu merdivenlerde, Roma’ya gelip de resim çektirmeyen yok gibi. Merdivenlerin köşesinde yer alan çay evi, 15 sene önce geldiğimizde de olduğu gibi, birkaç yüzyıldır hala aynı yerinde hizmet veriyor.
Tepedeki kilisenin yanında yer alan, 16.yy.dan kalma Villa Medici’yi gezmek bana daha cazip görünüyor olsa da, her zaman açık olmadığından ve açık zamanını not etmediğimden, klasik bir turist gibi davranıp, merdivenlere karşı resim çektirdikten sonra, para atıp dilek dilemek üzere, alışveriş caddesi Via del Corso’dan aşağı güneye yürüyerek, Fontana di Trevi’ye geliyoruz.
Bir zamanlar, Roma su kemerinin başlangıç noktası olan bu küçük meydan, bugün Roma‘nın en ünlü ve en büyük, dünyanın da en tanınmış çeşmesine ev sahipliği yapıyor. Trevi çeşmesi, Federico Fellini’nin La Dolve Vita adlı ünlü filminde Anita Ekberg’in çeşmeye gece girdiği sahne ile akıllara kazınmış ve büyük bir popülerlik kazanmış. Nicola Saleri tarafından 1762’de tamamlanan rokoko tarzlı çeşmede, iki Triton ( mitoloji )’un çevrelediği Neptün betimleniyor ve bir şehir efsanesine göre arkanızı dönüp havuza para atarsanız, Roma’ya tekrar geleceğinize inanılıyor. ( gerçek olmalı çünkü tekrar gelmiş durumdayız )Biz bu sefer, Roma’ya değil ama, Toscana’ya tekrar gelmeyi dileyerek para atıyoruz, çocuklar ise konuyu abartıp Amerika diliyorlar sanırım.
Kalabalık öyle muazzam ki, resim çekmek hatta çeşmeyi görmek bile zor. Fontana di Trevi’nin bulunduğu çevre, çok turistik olduğundan, bol sayıda çakma çanta satan işportacılar, ucuz hediyelik eşya standları ve yine bolca kafe var. Birinde biraz dinlenip, İtalya’daki olmazsa olmazlarımızdan biri haline gelen Aperol Splitz içiyoruz.
Trevi Çeşme’sinden, Via del Corso’yu enine geçip, Pantheon Meydanına ilerliyoruz. Trevi – Pantheon – Piazza Navona, oklar ve tabelalarla da belirtilmiş ana turist güzergahı.
Pantheon, 1.yy.da Hadrianus tarafından 12 antik tanrıya adanan bir tapınak olarak inşaa edilmiş, antik Romanın en iyi korunmuş eseri. ‘’Bütün tanrıların tapınağı ‘’ anlamına gelen Pantheon ‘un önünde yer alan meydan ve çevresindeki sokaklar, cazip restoranlar ve kafeler ile dolu.
Batı yönünde ilerlemeye devam edince, araba yarışları, at yarışları için tam bir hipodrom şeklinde yapılmış olan, kapalı bir meydana, Piazza Navona’ya geliyoruz. Ortasında üç barok çeşmenin yer aldığı, çevreleyen yapıların altının pizzacılarla dolu olduğu bu büyük meydan, sadece turistler tarafından değil, İtalyanlar tarafından da tercih edilen bir merkez. Çok sayıda sokak sanatçısı resimlerini sergiliyor ve Avrupa sokaklarının bir başka rengi pandomimcilerden de pek çoğu, çeşitli figürlerle gelen geçeni eğlendiriyor.
Piazza Navona’ya açılan güneydeki, Corso Vittorio Emanuele Caddesini geçerek Campo de Fiori Meydanı’na gidilebiliyor, turistik hattın son durağı olarak. Pazar kurulduğu zamanlarda ilgi çekici olan meydan, Campo de Fiori, bu alanda ve çevresindeki sokaklarda yaşanan idam ve cinayetler ile ünlü.
Biz, Governo Vecchio Caddesi’nden ilerleyerek, yemek listemizde yer alan İtalyan lezzetlerinin tadılabildiği Cul-de-Sac adlı restoranı ve her çeşit salatanın tadılabildiği İnsalata adlı restoranı, erken saatte bile tamamen dolu olduğu için birazda mecburen geçerek, fazla turistik olmayan, bilenin geldiği ama İtalyanların kapıda kuyrukta beklediği bir pizzacıyı arıyoruz; Da Baffetto.
Yol boyu gördüğümüz cazip görünen tüm restoranların erken saatte dolu olmaları, yer alan mağazaları ile entelektüel bir görünüm sunan bu bölgenin, İtalyanlarca tercih edilen bir mahalle olduğunu düşündürüyor.
Küçük ve gösterişsiz bir görünüşü olan Da Baffetto’nun kapısında biraz bekledikten sonra, yer olmadığı için, yeni servise açtıkları üst kata alıyorlar. Uzun yemekhane tipi masalara istif usulü sıkışmak kaydı ile doluşuyoruz ve beğenmezseniz, hemen gitmekte özgür olduğunuzu hissettiriyorlar. Masalar arkamızdan yer kalmamacasına doluveriyor ve onların restini görmenin ciddi bir hata olacağını, ortamın bu tarz bir muameleyi gerektirdiğini anlıyoruz.
Odun ateşinde pişen pizza ve ev yapımı bir-iki tatlı dışında bir seçenek olmayan Da Baffetto’nun pizzalarının özelliği, hamurun lahmacun gibi incecik çıtır çıtır olması ve malzemenin de bolca sunulması.
Pizzanın yanında, piyaza benzeyen fasulyeli bir salatanın getirilmesi, acaba baba Bafetto bir müddet Türkiyede yaşamış olabilir mi düşüncesini getiriyor aklımıza. ( www.pizzeriabaffetto.it )Lezzeti ile kapıdaki kuyrukları açıklayan Da Baffetto, tüm kalabalık ve sıcağa rağmen, tekrar Roma’ya yolumuzu düşürürsek, gelmenin ana sebeplerinden biri olacaktır.
Kremalı yer fıstıklı helva turtası gibi bir şey olan Grandmother’s Cake’ adlı tatlıyı da deneyip, aynı güzergahtan otele dönüyoruz. Sıcağı azalan ama kalabalığından ödün vermeyen Roma’nın ana turistik ikonları, Pantheon-Trevi, gece ışıltıları ile daha göz alıcı ve romantik görünüyor…
italya-1-gun-bolognavenedik-murano
italya-2-gun-venedik-canale-grande
italya-3-gun-maranello-ferrari
italya-4-gun-siena-san-gigmiano-pisa