Küllerinden doğmayı bekleyen Anka Kuşu
İstanbul’u yazmak için yola çıkıyoruz. En bilmediğim, adını ilk kez duyduğum, sakinlerinin dahi umutsuz bir bekleyişle akıbetlerini sorguladığı Kadıköy’ün unutulmaya yüz tutmuş bir mahallesini dolaşıyoruz, Yeldeğirmeni. 2013 yılından sonra Kadıköy Belediyesi’nin canlandırma projesiyle hayata tutunmaya çalışan bir semt burası. http://www.yeldegirmeni.kadikoy.bel.tr/
Mahalle, geniş Haydarpaşa Çayırında Osmanlı birliklerinin talim yaptığı düzlüğün yanında kurulmuş. Adını askerlerin un ihtiyacını karşılamak için yapılan dört yel değirmeninden alıyor. Bugün hiçbir izi kalmamış bu değirmenlerin. Semt içindeki Osmangazi İlkokulu içinde bazı temel kalıntılarının olduğu sadece tatlı bir rivayet.
Kadıköy rıhtımından yukarı, Haydarpaşa tren garı arazisiyle meşhur boğa heykeli arasında kalan bölge, kabaca tarif etmek gerekirse. Söğütlüçeşme Caddesi, Halitağa Caddesi ve Taşköprü Caddesi çevrelemiş mahalleyi, ayırmış hızla gelişen ve kalabalıklaşan Kadıköy’den, koparmış, uzak bir zamanın boşluğunda bırakmış. Denize koşmaya çalışan sahile dik sokaklarıyla kısmen bir dama tahtası şehircilik sistemi hâkim sokaklara. Mahallenin zamanında planlı yapılanmış olduğunu hissettirip ilk şaşkınlığı yaşatıyor.
Semt, 1800 ‘lü yılların ikinci yarısında düzgün görünümlü sokak siluetlerinin olduğu mahalle kimliğini almaya başlamış. 1872 yılında Kuzguncuk’ta çıkan yangınla Yeldeğirmeni’ne gelen Yahudiler, art-nouveau tarzı gösterişli binalarıyla İstanbul’un bu ilk apartman semtini oluşturmaya başlamışlar. İtalyan apartmanı (Valpreda apt.), bugün çocuk esirgeme kurumu olan eski St.Louis Fransız İlkokulu binası, Haydarpaşa Garını yapan Almanların çocukları için yapıldığı söylenen yüzyıllık Osmangazi İlkokulu binası, Menase, Celal Muhtar, Demirciyan, Sünget apartmanları semt içinde dolaşırken aramamız gereken binalardan bazıları. İskele Sokak’taki tel örgüler, asma kilitler ve yüksek duvarlar arkasına saklanmış tek sinagog, Hemdat İsrael sinagoğu dönemin Yahudi cemaatinin görgü tanığı olarak gözlerden saklı yaşamını sürdürüyor.
Müslüman halkın ahşap evlerinden ise fazla bir iz kalmamış. Yanmaktan kurtulan şanslı evlerin bazıları el değiştirip başarılı restorasyonlarla varlıklarını sürdürmeye çabalıyor ama çoğu, aynı semtin yaklaşan sonu gibi yavaş yavaş çökmeye doğru bir yol almış, sokaktan gelen geçenlerin gözlerinin içine bakarak adeta bir imdat çığlığı atıyorlar.
Misak-ı Milli Sokağın Karakolhane Caddesiyle kesiştiği köşeden başlıyoruz gezimize. Deniz yönünde hemen bir mural-art örneği göze çarpıyor ve bize, gezi boyunca karşılaşacaklarımız hakkında bir fikir vermiş oluyor.
2014 yılında Kadıköy Belediyesi, duvar ressamlarını Yeldeğirmeni’ ne davet ederek binaların kör duvarlarını tual olarak kullanmalarına olanak tanımış. Berlin Duvarının yarattığı toplumsal baskıya karşılık ortaya çıkan Grafiti sanatının günümüzde geldiği nokta mural-art. Tüm cepheyi bir mesaj çığlığıyla boyamak modern zamanların dışa vurumu olarak kabul ediliyor. Karakolhane Caddesi üzerindeki Buzhane’nin bir duvarını İstanbullu sanatçılar Rad, Canavar ve Cins, diğer duvarını Fu, Lakormis, Wicx ve Esk Reyn kolektif bir çalışmayla boyamışlar. Ve yaptıklarını şöyle dile getiriyorlar: “Zaman imgeleşti, biz boyadık.”
Yeldeğirmeni’nin adını duyurmasında önemli bir ses getirmiş gibi görünüyor bu çalışmalar. Semtin yaklaşan kaçınılmaz sonuna bir serzeniş olarak kör duvarları süsleyen bu resimler, yaşı geçkin bir hayat kadının nafile çabaları aslında. Tek sermayesi olan güzelliğini kendini boyayarak, her çırpınışla daha çok boyaya bulanarak korumaya çalışan eski bir emekçinin varlığını sürdürebilme çabaları
sanki. Birbirini kesen sokaklarda aniden karşınıza çıkıverecek bu resimler mahalleyi kaplayan neredeyse iki yüzyıllık tozu örtemiyor.
Doğanın şaşmaz kuralları gereği Yeldeğirmeni Mahallesi de bir umutla doğmuş, neşeyle serpilip gelişmiş ve şimdi köhneyip yıkılan binaların yerine yeni yapılan zevksiz, şekilsiz, edepsiz betonarme yapılarla gününü kurtarmaya, kendi köhnemişliğini onarmaya çabalıyor. Ama ölmeye yüz tutmuş mahallelerin can dostları, kediler ve sanatçılar, batan gemiyi terk eden farelerin aksine, çoktan yerleşip yerlerini almışlar semt içinde.
Kediler, susam ve hamur kokuları yayan odun fırınlarının istifledikleri odunların arasında, demir parmaklıklı ilk kat pencerelerinin denizliklerinde, gizli bahçelere kaçak kondurulmuş kedi evlerinin teraslarında, sinagog, kilise, cami duvarlarının tepesinde, denizden esen tuz kokusuyla gelen balık hayalinden vazgeçmeden sokaklara serpilmiş kahve kokularına razı, mahallenin durağan havasında huzur arıyorlar.
Sanatçılar ise, bazen bir sokak arasında elegan bir butik olarak, bir köşe başında “bilimum şeyler”in arasına karışmış, bazen bir aylak kahvesinin yanında takı tasarlayarak veya bir tel kadayıfçıyla yan yana tual boyayarak duvar resimleri gibi beklenmedik anda karşınıza çıkıp sizi şaşırtıyorlar.
Üç tekerlekli ahşap arabalarıyla eskicilerin kol gezdiği sokaklarda dolaşmaktan yorulunca İskele Sokaktaki “Eglise de Notre Dame du Rosair” kilisesinin restore edilmesiyle hayata geçirilen sanat merkezinde etkinliklere bir göz atıyoruz ve içine girip geniş salonunda biraz serinliyoruz. Yanındaki Kemal Atatürk Ortaokulu yüzyıl önce Sainte Euphemie Fransız Kız Ortaokulu olarak kullanılıyormuş, kilise de okula hizmet vermiş. Yolun aşağısındaki Hush Hostel, Anadolu yakasının ilk oteli ve izin verirlerse, terasından sıra dışı bir Haydarpaşa manzarası sergiliyor. http://www.hushhostelistanbul.com/default.aspx
Sokağın batısı denize yönelirken doğusu Rasimpaşa Camii’yle son buluyor. Rasim Paşa Camii, Yeldeğirmeni Polis Karakolu yanında, Sultan Hamit’in Bahriye Nazırı Rasim Paşa tarafından 1902 yılında yaptırılmış. Duvarları ve minaresi kâgir, çatısı ahşap. Semt içinde tek cami olmasına rağmen mütevazi bir kimliğe sahip.
Sabah kahvemizi Karakolhane Caddesi üzerinde, Garda kafenin arkasına sakladığı bahçesinde içiyoruz. Tozlu sıcak sokaklardan sonra bu vaha, kahveden bile daha güzel geliyor. Karşısında 1895 yapımı Ayios Georgios Rum Ortodoks Kilisesi’nin duvarlar arkasındaki bahçesinden ince sivri çan kulesi görülüyor. Çanı dünyaca ünlü samatyalı Zilciyan Usta dökmüş. Küff, Pan, Cafe Mu, Komşu Kafe, Aylak Kahvesi, Bop!, sokakları mesken tutmuş yeni nesil kafelerden sadece birkaçı. Herkesin ruhuna denk gelecek bir tanesine rastlamak muhtemel. Olmadı, mahalleyle aynı adı taşıyan pastanede ya da el emeği ürünler satan küçük işletmelerde hem gözü hem mideyi mutlu etmek kolay.
Karakolhane Caddesinin sonunda ( kuzey ) peşine düştüğümüz duvar resimleri bizi karşılamaya başlıyor. Boş duvar yüzlerine, binaların sağır cephelerine, bir çocuk bahçesinin etrafına, evlerin pencere altlarına, harap binalara, vazgeçilmiş yüzeylere yayılmışlar. Kimisi bir öfkeyi haykırıyor, kimisi bir olayı hicvediyor. Ama hepsi hayat buldukları sokaklar var olduğu sürece orada olacaklarını biliyor. Bu ele avuca sığmaz sokak sanatı, can çekişen semtlerde yüze serpiştirilen su damlaları gibiler. Bugün varken bir güzellik, bir nefes, bir serinlik yaratıyor, zamanın biriktirip aşındırdıklarını renklendiriyorlar ama yarın ne olacak, kimse gibi onlar da bilmiyorlar.
Semtin duvar resimleri gibi ara sıra aniden karşınıza çıkan özgün sivil mimari yapılarından biri olan Macit Erbulak sokaktaki, aşı boyası rengiyle hemen gözünüze takılan Sünget Apartmanı’nın önünden geçiyoruz. Haydarpaşa Garı’nı inşa etmeye gelen Alman mühendisler ilk iş olarak kalmak için kendilerine bu binayı yapmışlar. Bina 1909 tarihli. Apartmanın altından Haydarpaşa’ya kadar bir tünel yapıldığı ama şimdi kapalı olduğu söyleniyor. Dairelerdeki tavan yüksekliği 4,5 metreyi buluyormuş. Bitişiğindeki yine dönem mimarisi özellikleri taşıyan daha küçük yapının üstüne vahşice ve hiçbir estetik kaygı gözetmeksizin çıkılmış iki kat, bir semtin değerlerinin kaybolmasının sadece yıkılıp kaybolmakla değil aynı zamanda izinli vandallıklarla da olabileceğinin güzel bir örneği.
Semtin kimliği kaybolmadan önce adı çoktan kaybolmuş bir sokağın peşine düşüyoruz; Paris Sokak. Haritalarda Ayrılık Çeşme Sokağı olarak adı geçen bu tren yolu paraleli aslında geçmişin genelev sokağı. Şimdi yıkılmamak için birbirlerine yaslanmış bir dizi ahşap ev sıralanıyor. Afili ismini, çalışan hanımların cakasından aldığı muhtemel sokağa giden tren yolu köprüsü, mahallede beni en çok şaşırtan bir detayı barındırıyor. Köprü kaldırımları mermer. Üzerine basılmaktan artık oyuklaşmış bu taşlar, ya harabeye dönmüş döneminin görkemli Rum evine giden yolun bir devamı ya da trafik yoluyla tren hattı arasında sıkışıp kalmış eski Osmanlı mezarlığını onurlandırıyor.
Kapısı paslı tel örgülerle içeriye girişi engellenmiş mezarlığı ancak duvarların yer yer yıkılmış boşluklarından görebiliyorsunuz. Ne bir servi ağacının gölgelediği ne de bir gül fidanının süslediği bu mezarlar, şehrin yeni açılan yollarıyla bir o tarafa bir bu tarafa savrulmuşlar. Aralarında biten sarmaşıklar bu utancı örtmek ister gibi dağılmış mezar taşlarını saklamaya çalışıyor. Eski Türkçe bilmeseniz de yıkılmış taşların üzerinde, unutulmuş yaşamların hüznünü okuyabiliyorsunuz.
Ayrılık Çeşme Sokağının sonuna kadar devam edenler o mevkiye adını veren çeşmeyi görebilirler. Biz devam etmeyerek gezimizi Duatepe sokağın sonundaki TAK Kadıköy sanat merkezinde noktalıyoruz. Denk geldiğimiz “işitme engelli” çocukların açtığı bir resim sergisi oluyor. Etrafımız birbirinden hayret verici tablolar arasında dolaşan neşeli çocuklarla çevriliyor. Çocukların eserlerini gördüğümüzde, işte o zaman, bu semtin, bir anka kuşu gibi küllerinden doğabilmesi için birilerinin elbet bir gün bir ateş yakacağına inanmaya başlıyoruz…..