13 Kasım 2011 Cumartesi
Türk Hava Yolları’nın sabah uçağı ile Kopenhag’a doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 3-3,5 saat sürecek bu yolculuğun süresini fazla yararlı kullanamıyorum. Ülkeyi tanımak için önceden bolca araştırma yapmış olmama rağmen aslında kuzey ülkeleri hakkında sınırlı sayıda bilgi var. Türkçe kaynak ise neredeyse yok gibi.
Elimdekilerin tekrarı ile biraz oyalanıyorum. Uçak, Danimarka’ya yaklaştıkça İsveç’in Baltık Denizi kıyılarını görme imkanı veriyor. Alabildiğine düz ve yeşil kırların nihayetinde, beyaz köpükleri ile dalgalı sahiller yukarıdan bakınca ince bir görsellik sunuyor.
Havaalanı için alçalmadan önce, Kopenhag ve Malmö arasında, Danimarka ve İsveç’i bağlayan bir modern mimarlık şaheseri Oresund Köprüsü’nü, üç boyutlu bir animasyon izler gibi seyrediyoruz.
Köprünün bitiminde, Danimarka açıklarında bir başka manzara tekrar şaşırtıyor bizi. Denizin ortasına konumlandırılmış pek çok rüzgar türbini, aslında daha doğru bir ifade ile rüzgar türbinleri tarlasını görüyoruz. Ülkemizde en fazla 20 tanesini bir arada ve genelde bir tepenin üstünde, yada bir ovada gördüğümüz bu rüzgar türbinlerinden neredeyse 500 kadarı bir arada, denizin ortasında döneliyorlar. Uçak da sanki hayranlığını ifade etmek istercesine, saygıyla burnunu eğip, yavaşça yakındaki Kopenhag havaalanına inişe geçiyor.
Havaalanından direkt olarak trene binip merkez garına geliyoruz. Otelimiz gara yürüme mesafesinde. Danimarka otellerinde, aynı odada iki çocukla kalma konusunda biraz sıkıntı yaşadık. Oldukça sınırlı sayıda otelde ancak 4 kişi aynı odada kalma alternatifi yakalayabildik ki bunlar genelde İskandinavya’nın kendi yerel oteller zinciri olan Clarion
Hotelleri veya Scandic Hotelleri.
Bizim otelimizde Scandic Copenhagen. Merkez gara ve Tivoli Bahçesi’ne yakın ama merkezin biraz kenarında.
Kuzey ülkeleri, genel kanı olarak pahalı dense de otel ve uçak fiyatları Orta Avrupa ile hemen hemen aynı düzeyde. Ancak burada farklı olarak, bazı otellerde ( Clarion grubu örn. ) geç açık büfe ( akşamüstü 18.00 ) otel ücretine dahil. Bunun ne demek olduğunu, Danimarka ve özellikle Norveç’te yemek fiyatlarını görünce anlıyoruz.
Otelimiz, büyük bir otel grubunun büyük bir oteli olmasına rağmen, otele ulaşma saatimiz yerel olarak 15.00 olduğu halde odanın hazır olmaması, ortalıkta tarif edilemeyen ama fark edilen bir karmaşanın sezilmesi ve tam olarak pis denemese de, temizliğin öncelikli olmadığı gibi bir izlenim yaratması ile bize bir parça hayal kırıklığı yaşatıyor.
Nihayet çıktığımız odada, ikram olarak bırakılan şarabı içip, birazda freeshop çikolatası takılınca, otele kafayı pek fazla takmaz bir rahatlığa erişip, kendimizi hemen Kopenhag’ı tanıma turuna atıyoruz.
Şehirde iyi bir metro ve tren sistemi olmasına rağmen, fazla büyük ve uzak mesafelerde gezilecek noktalar olmadığından Kopenhag Kart almıyoruz ve yürüyerek gezmeyi tercih ediyoruz.
Danimarka bir krallık. Anayasal bir monarşi ile yönetiliyor, yani devlet başkanı aynı zamanda kraliçe olan II.Margareth. İskandinavya denilen, İsveç, Norveç, Danimarka ve Finlandiya’dan oluşan Kuzey ülkelerinden Danimarka, Jutland Yarımadası ile Avrupa anakarasına bağlı. Ülkenin geri kalanı, 400 adadan oluşuyor. Oldukça kuzeydeki Faroe Adaları ve Grönland’da Danimarka’nın egemenliğinde. İzlanda ise, 1944’te Danimarka’dan ayrılmış.
Kopenhag, Danimarka’nın başkenti, ülkenin İsveç anakarasına bakan yüzünde Oresund köprüsünden İsveç ve Norveç’e ve hızlı tren hatları aracılığı ile Jutland Yarımadası üzerinden Almanya ve Avrupa’ya bağlanabiliyor. Tabii yakındaki ülkelere gemi ve feribot seferleri de bolca mevcut. İsveç’in Malmö şehri, Kopenhag’ın bir semti kadar yakın ve bizim Eminönü’nden Bostancıya gitmemizden daha kolay ulaşılabilir rahatlıkta.
Kopenhag öncelikle bir liman şehri ve şehir düzeni için Amsterdam kadar olmasa da bazı kanallar oluşturmuşlar. Kaldığımız otel, şehrin yerleşikliği içindeki en büyük kanala, Skt.Jorgens’e bakıyor. Aslında, birbirini takip eden, düzenli, dikdörtgen formlu göller demek daha doğru. Etrafında koşan, gezinen, spor yapan insanlar ve doğal ortamlarındaki rahatlıkları ile dolanan hayvanların ahengi, göllerin dingin sularına yansıyor. Danimarka mimarisinin en belirgin rengi olan kırmızı cephe tuğlası rengi ise, bu yansımaların
arasındaki kontrastı oluşturuyor.
Şehrin rengine kışa girmek üzere olduğumuz için biraz kasvet hakim olsa da ana vurucu öğe, açık sarımsı olanı, siyaha yakın koyu kahverengi olanı yada bildiğimiz kiremit kırmızısı olanı ile tuğla cepheler. Mimari üslupta her yüzyılın kendine has figürlerini görmek mümkün ama Kopenhag’ı tanımlayanın kırmızı tuğla cephe ve yeşil çatı olduğu tartışmasız.
Tivoli Bahçesi’ni geçip, ’’Radhuspladsen’’ ( Radhus Meydanı) ile başlıyoruz şehir merkezi turumuza. Şehrin, iki ana turistik meydanı olan ‘’Radhuspladsen’’ ile ‘’Kongens Nytorv’’ Meydanı arasındaki birbirine paralel beş yaya caddesinden oluşan bölge, ‘’The Strøget‘’olarak adlandırılıyor.
Radhuspladsen adını, meydana hakim olan Radhus (Belediye ) binasından alıyor. Tepesinde Oresund’ un dalgaları üzerinde üç şato kulesi ile ay ve güneşin olduğu, 13.yy.dan kalma Kopenhag’ın ambleminin olduğu bu tuğla cepheli, saat kuleli binanın önünde, sembolik çam ağaçları açık hava sergisi düzenlenmiş. Bir müddet onlarla eğlenip, meydana açılan caddelerin en geniş ve kalabalık görünenine girerek devam ediyoruz, Frederiksberg Caddesi’ne. Burası tamamen turistik bir alışveriş caddesi olup, yiyecek dükkanları ve çeşitli mağazalarla dolu.
Frederiksberg Caddesi, Nytorv denilen meydanda son buluyor. 14.yy.da önemli bir Pazar yeri olan meydan, bugün mağazalarla çevrili, ortasında 1609 dan kalan Caritas Springvandet ( The Cherity Fountain )çeşmesinin bulunduğu bir yaya alanı.
Geldiğimiz yolun doğal istikameti ile devam ederek Vimmelskaftet Caddesi’nde ilerliyoruz. Aynı konseptte devam eden Amargertorv ve Ostergade Caddeleri ile Kongens Nytorv Meydanı’na ulaşıyoruz.
Caddenin bitimininde meydana çıkmadan, çocukların bir hayli ilgisini çeken, Guinness World Record Museum ( Guinness Dünya Rekorları Müzesi ) var. Kapının önüne, dünyanın en uzun adamının replikasını koymuş olmaları bile cazip görünüyor.(www.guinness.dk) Kapanmasına çok az bir zaman kaldığı için giremediğimiz müzede, en küçük, en büyük, en hafif, en ağır, en uzun, en kısa gibi koleksiyonlar ve herkesin deneyebileceği 500 km.hızla, araba kullanma simülasyonunda rekor denemesi yapılabiliyor.
Kongens Nytorv ( Torv meydan demek zaten )Meydanı yarım ay şeklinde Kopenhag’ın en şık meydanlarından biri ve oldukça büyük. Meydanın en eski binası ( 1672) ’’Charlettenborg Slot ‘’( saray ) bugün Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisiolarak kullanılıyor. ( The Royal Academy of Fine Arts )(www.charlettenborg-art.dk ) Hemen yanındaki bina ise , 19.yy.yapımı , Tiyaro Binası, Det Kongelige Teater.
Sarayın yanından ince dar bir kanal boyunca sıralanmış rengarenk evleri ile Nyhavn başlıyor. İkinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin anısına konmuş çıpanın olduğu kanal başlangıcı, kanal gezisi yaptıran teknelerin durağı. DFDS Canal Tours’a ait bu teknelere ‘’ waterbus hop-on hop-off ‘’ deniliyor çünkü komple gezip, bindiğiniz yerde inebileceğiniz gibi, başka durak noktalarında inip, orayı gezip, bir sonraki teknelerden birine de
binebiliyorsunuz. Farklı saatlerde farklı güzergahlarda geziler bulunuyor.( www.canaltours.com )
1671’de askerler tarafından Yeni Liman olarak inşaa edilmiş, 300 m. uzunluğundaki kanalın her iki tarafında, rengarenk yapılar sıralanıyor. Kanal önceleri Kopenhag’ın içine kadar ticari ulaşımın sağlanması amacı ile düşünülmüş. Bugün ise farklı tarzlarda yelkenliler ile ahşap teknelerin demirlediği Kopenhag’ın kanal turlarının başlangıç noktalarından biri.
Çeşitli restoran ve satış standlarının olduğu limanın girişindeki Amber Museum ( Kobenhavvns Ravmuseet) (amber müzesi )’ da biz hanımlar için hayli ilgi çekici görünüyor. (www.houseofamber.com ) Kuzeyin altını olarak nitelendirilen amberlerin bazılarında, 30-50 milyon yıllık fosiller bulunduğu gibi, yine Baltık Denizi’nden çıkarılan en büyük amber parçası da bu müzede.
Ünlü çocuk masalları yazarı, çocukluğumda özel bir yeri olan, Danimarkalı Hans Christian Andersen’in, Nyhavn’ da yaşadığı dönemlerde, kanalın kuzeyinin ucuz barlarla dolu Amstedam’daki ‘’Red Light’’bölgesi gibi olduğuna bugünkü hali ile inanmak zor. Bugün Kopenhag’ın en çok ve özellikle ziyaret edilen noktası.(www.nyhavn.eu)
Hepsi farklı renklerde olan binaların alt katlarında çeşitli tarzda restoranlar var. Dışarıda kanal kenarında da oturulabiliyor, soğuk bana işlemez diyorsanız ki bunu Türkiye gibi sıcak bir ülkeden gelenin söyleme olasılığı zor. Ama taliplisi çok çünkü liman görsel olarak keyif verici bir hoşluğa sahip, dengeli bağırmayan renkler, abartısız yapılar, ahşap tekneler, yelkenliler, gelip geçen tur teknelerini görünce ortamı yaşamak ve seyretmek isteğine kapılıyorsunuz.
Yol boyu standlarda ağırlıklı olarak mevsim itibarı ile Noel ve yılbaşı süslemeleri veya yün bere ve atkılar satılıyor. Oldukça ucuza satılan, ekmeğine göre bir hayli uzun sosisleri olan sandviçlerde çocukları epeyce eğlendiriyor. Satın aldırıp, yemek yerine, birbirlerine kılıç gibi sallamaya başlıyorlar.
Geç olmaya ve hava kararmaya başladığı için geldiğimiz yoldan geri dönerek, bütün fast-food zincirlerinin bir şubesinin yer aldığı Radhuspladsen’e dönüyoruz ve ilk gece hamburger geleneğimizi Burger King’den yana kullanıyoruz.
Restoranda da, tam olarak pis denememekle beraber, ‘’temizliğe fazla zaman ayıramama ‘’ durumu hakim. Hamburgerlerin servis ve lezzetinde bir sorun olmuyor ama tuvaletler bizi şoke ediyor. Kadın ve erkek tuvaletlerinin ayrı olmaması bir yana temizlik diye bir unsur bulunduğumuz ilerleyen saate kadar kalmamış.
Alt tarafı 1,5 milyonluk bir şehir Kopenhag. Biz on katı kalabalık bir şehirden geliyoruz ve İstanbul’un en yoğun fast-food restoranının tuvaletini, asla bu şekilde görmedik. Sanırım
Kopenhag, henüz hizmet sektöründe çalışacak ucuz göçmen işçilerden nasibini almamış.
Çok yoğun olmamıza ve başka bir gündüz için plan yapmış olmamıza rağmen önünden geçtiğimiz Tivoli Garden’ ın ışıkları o kadar cazip görünüyor ki kendimizi içeride buluyoruz. İlk kez, 1843’de açıldığında sadece bir atlı karınca ve roller coaster olan parkın bugün geldiği boyut çok farklı. Bir eğlence parkı olarak tanımlamanın dışında daha ziyade bir komplex olarak adlandırılabilir. Danimarka’nın en tanınmış yerlerinden biri ve özellikle Danimarkalı’ların çok severek, gururlandıkları bir yer .( www.tivoli.dk )
İçinde bir göl, farklı konseptlerde mağazalar, çeşitli restoranlar, bir pandomim tiyatrosu, büyük bir konser salonu, boy boy roller coaster’lar ve çeşitli lunapark oyunlarının bulunduğu kombine bir alan. Özellikle gece, Hint Sarayı ve Çin Pagodası gibi farklı ve ilgi çekici mimari tarzlarda yapılmış binaların, ağaçların ve oyunların ışıklandırılmış hali nefes kesici. Tek sorun çok pahalı olması. Sadce içeri girmenin dahi hatırı sayılır olduğu parkta, en ekonomik olanı, oyunlarında dahil olduğu bilet almak. Ama lunapark oyunlarının çoğu, genç yaş grubuna hitap eden, aksiyonlu ve heyecandan bağırtan aletlerden ki çoğu bizim çocuklar gibi 7-12 yaş grubunun binebilecekleri tarz değil.
Biz de nasıl olsa Legoland’a gideceğimiz için oyunlara bilet almıyoruz ama çocuklar dayanamayıp bir iki basit oyuna binmek isteyince daha pahalıya mal oluyor. Oyunlara fazla katılamasalar da, seyretmekten büyük keyif aldığımız bir park oluyor Tivoli. Akşam gelip buradaki restoranlardan beğendiğinizde yemek yedikten sonra biraz dolaşmak ve birkaç oyuna binerek eğlenmek yani ailece güzel bir gece geçirmek için ideal bir yer.
Günü daha fazla uzatacak hal kimsede kalmadığından, temizliğin öncelikli olmadığı otelimize dönerek, her şeye rağmen tertemiz olan yataklarımıza kendimizi atıyoruz…..
kopenhag-2-gun-legoland-billund
kopenhag-3-gun-amelienborgkronborg
tivoli-bahcesi-danimarka-kopenhag