20 Ocak Pazar 2012
Otel küçük ve üç yıldızlı bir otel ama, belli bir zincire dahil olmaları ( Best Western )kalite standardını tutturmalarını sağlıyor. Dar mekanda, yeterli bir kahvaltı sunuyorlar, hatta küçük işletmelerin samimiyeti ile domuz ürünü olmayan şarküteri mamülleri getirmeyi teklif ediyorlar.
20 kişilik salonun neredeyse tamamı Türk bu arada. Herhalde bir tur olmalı, bizi görünce onlar, onları görünce biz şaşırıyoruz.
Otelimizin bulunduğu Rue de la Charité caddesi, bizi doğruca, Rhône ve Saône nehirlerinin ortasında kalan, Presqu’İle de Lyon ‘un ( tarihi yarımada ) merkezi olan Place Bellecour Meydanı’na çıkarıyor. Rue de la Charité üzerinde çok güzel şarap butikleri var, Pazar günü ve kapalı olmasa hemen dalacağınız cazibede.
Otelin çok yakınında, yine Rue de la Charité caddesi üzerinde, Musée des Tissus et des Arts Decoratifs ( Dekoratif sanatlar ve kumaş müzesi ), kumaş müzesi var ki dolaşmaya yeni başlamamış olsak mutlaka girilmesi gereken bir müze gibi görünüyor. İpek üretimi üzerine ciddi bir sanayi geliştirmiş Lyon’un kumaşları çok meşhur. Müzenin karşısındaki bir iki mağazada da, gel beni al diye bağıran envai çeşit ipekler, kumaşlar satan mağazalar var. Lyon’u ziyaret eden hanımların kesinlikle dikkate alması gereken bir yer olduğunu düşünüyorum.
Place Bellecour Meydanı’nı ve gündüzde güzel görünen Rou de Lyon, Lyon dönme dolabını geçip, ana alışveriş caddesi, Rue de la Republique ‘de ilerliyoruz. Bu cadde her şehirde rastlanan, başlıca mağazaların, sinemaların, kafelerin yer aldığı, taşıta kapalı yaya caddesi.
Place de la Republique Meydanı’nda zeminle aynı kotta, kare bir süs havuzu karşımıza çıkıyor. Etrafındaki banklarda oturanlar, henüz başlamamış yağmurda Pazar gününün keyfini çıkarıyorlar. Rue de la Republique Caddesi, Presqu’İle’in kalbi olan Place Bellecour Meydanı ile Belediye Sarayı’nın yer aldığı Place des Terraux’yu birbirine bağlıyor. Biz, Cordeliers durağından metroya binip, yürüyerek fazla yorulmamak adına, tepeye Croix-Rousse bölgesine, metro ile çıkmış oluyoruz. Çünkü yarımadanın ana karaya genişlediği kısım olan Croix-Rousse bölgesi, tepelik bir alana yerleşmiş.
Presqu’İle’in kuzeyindeki bu işçi mahallesi, 15.yy.da şehrin ipek dokuma sanayiinin merkezi. Dokumacıların ürünlerini nakletmekte kullandıkları ve ‘’traboule’’ denilen, binaların zemin katlarındaki pasajlar, bölge yerleşiminin karakteristiğini oluşturuyor. Bir ikisinden geçerek, Place des Terraux’ ya ( meydan ) iniyoruz.
Belediye Sarayının önünde, kendi halinde, dikdörtgen formlu bir meydan burası. Meydana cephe alan, Palais St.Pierre ( St.Pierre Sarayı ), Güzel Sanatlar Müzesi’ne ev sahipliği yapıyor. Burası, Paris’teki Louvre Müzesi’nden sonra, ülkenin en kapsamlı ve zengin sanat koleksiyonuna sahip.
Meydandan, Saône Nehri kıyısına yönleniyoruz, tekne gezintisi yapar mıyız hevesi ile. Ama mevsim itibarı ve günün yağışlı olması nedeni ile nehir o kadar yükselmiş ki mümkün görünmüyor. Ortalarda başka yüzen herhangi bir araç da yok. Gece yemekli Saône Nehri tekne gezintisi, başka bir zaman için düşünülebilir. ( www.naviginter.fr )
Nehir boyunca ilerleyince, duvarlara yapılmış sabit metal kutucuklar dikkatimizi çekiyor. Yavaş yavaş açılmaya başlayanlardan anlıyoruz ki, bunlar sahaf ve Pazar günü satışı için kepenk açıyorlar. Biraz ileride, ‘’Quai St.Antoine’’ da ise, yerel halk pazarı buluyoruz. Bizim haftalık pazarlarımıza göre daha derli toplu ve temiz görünen bu pazara hemen dalıyoruz tabii ki.
Satılan sebze meyvenin, form, ebat ve cins farklılığından başka, satış şekli de değişik. Tüm ürünler, tezgahta, belli bir ölçüye göre ayrılmış olarak, kaplarda hazır duruyor. Üst üste yığılma, gel seç, elledin ellemedin durumu yok. Sebze, meyve özellikle de narenciye ve portakal bolca. Her tezgahta portakalları dilimleyip tadımlık olarak koymuşlar. Bu durum hoşuna giden çocuklar, sanki kendilerine ikram edilmiş havasında, her tezgahtan birer dilim alarak, evde soyup önlerine koysam yemeyecekleri kadar çok portakal yiyorlar.
Piliç çevirenlere ve canlı kesme çiçek satanlara da rağbet bol. Peynircilerde çeşitleri ile dikkat çekiyor. Şarap satan da var, istiridye satanda, istiridyeyi açtırıp, orada şarapla yiyende.
Zeytincilere ise özellikle takılıp, farklı gelen birkaç cinsten denemek üzere 100’er gramlık alıyoruz. Piccolo denilen ince uzun, narin, yeşil İtalyan zeytinleri, bildiğiniz en küçük sele zeytinin yarısı kadar olan koyu kahverengi Fransız ‘’niçoise’’zeytinleri, pembe ve yeşil zeytin karışımı ile turşusu gibi görünen çiğ sarımsaktan alıyoruz. Kalamata tipi Yunan zeytinleri de var, ancak bizim alışık olduğumuz tipten hiçbir zeytin yok. Tüm bu zeytinlerin ortak noktaları, bizim yediğimiz zeytinlere göre, aynı peynirlerde olduğu gibi, daha az tuzlu yada tuzsuz oluşları.
Sonuç olarak klasik bir yerel pazar ve bize güncel yaşam hakkında bilgi veriyor ve oldukça eğlendiriyor. Pazarda bayağı bir şamata yaptıktan sonra, nehir üzerindeki pek çok köprüden biri olan, ’’Pont Bonaparte’’den ( Place Bellcour ile Fourviere Bölgesinin merkezini bağlıyor )karşı kıyıya Vieux Lyon’a ( Eski Lyon )geçiyoruz.
Galya’nın, ticari ve askeri başkenti olan Lugdunum’u, M.Ö.44’te Jules Ceaser, Vieux Lyon denilen bu bölgede kurmuş. Fourviere tepesindeki bazilikanın yanında yer alan Gallo-Roman Müzesi‘nde, bu kapsamlı şehrin Romalılara ait tarihinden kalan miras görülebiliyor. Bugün çeşitli konserlerde kullanılan iki de Roma amfitiyatrosu var.
Açıkçası, Romalılarla pek ilgilenmeyip, meydanın tam karşısında istasyonu olan, Fourvière fünikülerine binerek, Bazilikanın haşmetle yükselip, tüm Lyon’u tebaası olarak kuşbakışı seyrettiği tepeye çıkıyoruz. Lyon, pembe sarı bir renge sahip.
19.yy.sonu yapılmış, Lyon’un sembolü olan Basilique Notre Dame de Fourvière, şehrin en yüksek noktasında ve tam panoramik bir manzaraya sunuyor. Biraz ısınmak için girdiğimiz bazilikanın fazla bir özellliği olmasa da yaşadığımız küçük bir anekdot ile aile tarihimizde unutulmaz bir yer ediniyor.
İçerde ayrı bir bölüm görüp ne olduğunu soran Çağan’a, günah çıkarma bölümü olduğunu söylediğimizde, günahın nasıl çıkarıldığını ve çıkartılırken acıtıp acıtmadığını soruveriyor. Aslında son derece mantıklı ve haklı bulduğum bu soru karşında binlerce cevap versiyonu türetebilecek iken, ne de olsa Tanrı’nın evinde olduğumuzdan mıdır nedir, iyi anne tarafım ağır basıyor ve gerçeği anlatıp, Müslümanlıkta Allah ile kul arasında kimse olmadığını ve yalnızca Allah’a tövbe edildiğini söyleyerek, çocuğun kafasının fazla karışmasını engelliyorum.
Bazilikanın önündeki parktan, döne döne, kısa bir yürüyüş ile St.Barthelomy Caddesi’ne inip buradan, bu gezide merdivenden fazlaca nasibini almış bizimkilerin söylenmeleri eşliğinde, epeyce basamaklı bir kestirmeden, Rue du Boeuf Caddesi’ne ulaşıyoruz.
Rue du Boeuf, Vieux Lyon bölgesinin ana yaya aksının bir üst paralel caddesi. Buradaki ‘’bouchon’’lar daha kaliteli bir görünüme sahip ve özellikle çok şık bir Rönesans malikanesinden dönüştürülmüş 5 yıldızlı lüks otel de ayrıca görülmeye değer.
Otelin iki yanı Musée Gadagne. ( www.gadagne.musees.lyon.fr ) Lyon gastronomi tarihinin anlatıldığı, aynı zamanda çeşitli kurs, sergi ve atölyelerin düzenlendiği bir merkez. Bouchon’larla çevrili, Temple du Change adlı küçük meydana ulaşıp, buradan Rue S.Jean’a, yani ana turistik yaya aksına girerek, füniküler istasyonunun bulunduğu, geldiğimiz yöne geri yürüyoruz.
Rue St.Jean Caddesi oldukça hoş. Hayret bir şekilde hepsi açık dükkanlar, bouchon’lar, pastane ve çay evleri ile dolu. Aileler çoluk çocuk, Pazar gezmesine ve öğlen yemeğine gelmişler, zaten ufak olan bouchon’ların hepsi hınca hınç dolu ve yer bulmak imkansız görünüyor.
Temple du Change Meydanı’nın kenarında, Petit Musée de Guignol bulunuyor. Lyon’un kuklaları ünlü. ( guignol ) Sayısız çeşitte kuklalar ve hali ile küçük bir kukla müzesi ve hatta oldukça rağbet gören bir de Kukla Tiyatrosu var Lyon’da. Bizimkiler, genelde kuklalardan aleni şekilde korktukları, ben ve Tekin’de pek sevimli bulmadığımız için, açık olduğu halde, girmek kimseye cazip gelmiyor. Ama, Musée Miniature et Cinema ( Minyatür ve Sinema Müzesi ) nin önüne gelince, hepimiz içeri sürükleniveriyoruz.( www.mimlyon.com )
Lyon, sinematografinin, Lumière Kardeşler tarafından ilk icat edildiği şehir. Sinemanın doğuşunun anlatıldığı, ilk çekilen filmin gösterilip, ilk film hangarının sergilendiği ( gündemdeki Hugo filmide aynısını yapıyor ), sinema müzesi Musée Lumière, Part-Dieu tarafında, metro ile ulaşılabilecek bir uzaklıkta. ( www.institut.lumiere.org )
Bizim girdiğimiz müzede ise, bazı filmlerde kullanılan birebir setler, minyatür olarak oluşturulmuş mekan setleri ve figürler yer alıyor. Çoğu bilinen ve iyi tanınan filmlerin, figür ve maketleri ( kremlinler,starwars v.s. ), hepimizin ilgisini çekiyor.
Kurdukları setine hayran olduğum, Dustin Hoffman’ın başrol oynadığı Parfümcü ( Le Parfumeur )filmi için, bir video ile gerçek sokakların nasıl eski görüntüsünde hazırlandığı anlatılıyor. Minyatür oda ve set maketleri ile hazırlanmış, inanılmaz derece gerçek, her detayı barındıran küçük dünyalar. Filmlerde gördüğümüz her şeye inanmamak gerektiğini, burada canlı görerek anlamış oluyoruz.
Acıkan ve yorulan çocuklarla hiçbir bouchon’da yer bulamayınca, mecburen Place Bellcour Meydanı’na dönüp, Quick’in yolunu tutuyoruz. Nehirden geri dönerken birde bakıyoruz ki bir iki saat önce gezdiğimiz pazarın yerinde yeller esiyor. Dönüşte şarap alayım dediğim Pazar süresince açık olan butikler kapanmış, hatta son müşterilerini uğurlayan kafeler bile yavaş yavaş kapatıyor.
Neredeyse 7/24 her yerin açık sayılabileceği biz İstanbul’lular için, anlaması da, inanması da zor bir durum. Hadi dükkanlar tamam da, pazar nasıl bir anda ne bir çöp, ne bir çarık bırakmadan ortadan kayboluyor, kurdun kaldırdın eziyetine yazık. Yoksa, Pazar da bir film seti miydi diye düşünmeden edemiyoruz.
Biz kendimizi müzeye kaptırdığımız için saatin öğleni bile geçip akşamüstüne yaklaştığının farkına varmamışız. Yemek yiyemedik bari, çok güzel görünen bir çay evinde tatlı yiyelim diyerek tekrar döndüğümüz Vieux Lyon bölgesinde, bu seferde çay saati yaklaştığı için daha önce kapalı görünen pek çok çay evinin açılmaya başladığını görüyoruz. Nöbetleşe çalışan bir şehir sanki. Gerekmediği müddette ve saatte açık dükkan yok. Saat beşte yemek yiyeyim yada öğlen yemek yerine çay içeyim alternatifi olası değil.
Gözümüze hoş görünen bir çayevinin minicik masalarına itiş tıkış sıkışıp, çay evinin adının gerçekten hakkını verdiğini fark ediyoruz listesine bakınca. Tabi ki demleme çay olmasa da, tüm dünyadan envai çeşit çay tipi bulunuyor, keza bir o kadarda kahve çeşidi. Biraz ısınıp, keyiflenip, göze hoş görünen ama lezzette çok da başarılı olmayan tatlıları deneyip, Lyon’a özgü şekerlemelerden alıyoruz.
Lyon, Paris gibi büyük bir şehir değil. Yoğun üniversite hayatının ve iş potansiyelinin getirdiği, gerçek insanların yarattığı gerçek bir canlılığa sahip. İddialı tiplemeler, kozmopolit bir görünüm ve kalabalık turist grupları yok. Bu nedenle daha sakin, daha nezih, daha kendi halinde ama daha gerçek. Gezip dolaşmak için bir gün yeterli, ama Lyon’a geliş sebebi olması gereken mutfağını tanımak için, uzun ve yoğun bir zamana ihtiyaç olduğu açık.
Bir dünyanın gelip tanımayı denediği gastronomik zenginlik ile ilgili deneyimimiz önünden geçmekle sınırlı kalıyor bu seferlik. Bu konu içimizde bir parça uhde olarak kalsa da, Chamonix’in üstüne gölge düşürmesine de gönlümüz razı olamazdı zaten. Bize, bundan sonraki başka dağların kapısını aralayan bir dostun taze anısına ihanet etmemiş olmak, Lyon deneyiminin eksikliğini hafifletiyor.
Umarım yollarımız yine bir gün Chamonix’ten geçer ve umarım yine bir gün Lyon’a da uğrar, fast-food’dan başka bir şey yeme imkanı buluruz….
TEKRAR GÖRÜŞÜNCEYE KADAR HOŞÇAKAL CHAMONİX….
chamonix-2-gun-mont-blanc-vadisichamonix
chamonix-3-gun-breventchamonix
chamonix-4-gun-aiguille-du-midimontenvers
chamonix-5-gun-martignycourmayeur
minyatur-ve-sinema-muzesi-lyon-fransa