11 Temmuz Cumartesi 2009
Üç gün için aylarca hazırlanmış, sorup soruşturmuş olmamıza rağmen, bugüne geldiğimiz de kendimizi bir türlü sakinleştiremiyoruz nedense ve heyecanımız doruk noktasında başlıyoruz güne. Yurtiçinde ya da dışında ayağımız yere basarak geziye gitmek gibi bir şey değil bu. Kendine özgü, son derece katı kuralları olan, başka bir gerçeklik.
Tekne hazırlığı olarak öncelikle, çocuklar için olmazsa olmaz can yelekleri ve hem çocuklara hem kendimize tekne ıslanınca kaymayı engelleyici deniz ayakkabıları temin ediyoruz. Kalabalık sayıldığımızdan, teknede bulaşık ile uğraşmamak için de geçireceğimiz öğün sayısı kadar kağıt tabak, bardak ve plastik çatal kaşık takımları alıyoruz.
Kiralık teknelerde, her türlü mutfak donanımı olduğu halde, bu tür tekneler genelde yabancılar tarafından kiralandığından – Türkler, denize açılacak parası varsa kendi teknesini almayı tercih ediyor-malesef Türk adetlerine yönelik çaydanlık ve kahve cezvesi olmuyor. Bir Türk ailesi için ise deniz olupta, çay, kahve ve rakı olmayacaksa, denizin tadının nasıl çıkarılacağı muallak. Bu yüzden illaki kendi takımlarımızı getiriyoruz.
Çocukların, 24 saat boyunca sadece deniz ile oyalanmaları mümkün değil. Onlar içinde, PSP, DVD Player ve kutu oyunu almayı ihmal etmiyoruz.
Resmi işlemler bitince, kaptanımız Alman Her Wolfgang gelene kadar yiyecek alışverişi yapmaya gidiyoruz. Kahvaltılık çok şeyi kavanozlarda hazırladık. Pratiklik önemli, fazla kap kacak kullanmayacak, pislik, bulaşık çıkmayacak şekilde tercih yapmak gerekiyor. Çabuk yemek yapmaya yönelik dondurulmuş gıdalar ile kısa sürede tüketilecek meyve, bisküvi tarzı çocukları oyalayacak ıvır zıvır ve tabiki bol bol içme suyu almayı tercih ediyoruz. Fazla yer kaplamaması, pratik yemek olması ve kimsenin yemeye itiraz etmeyeceği tarzda yemekler olması önemli noktalar.
Kaptan ile tanışma faslı kısa sürüyor ve bizim heyecanımızı hissetmiş olmalı ki fazla uzatmadan, genel bir kontrolden sonra hemen yola çıkıyoruz. Turgutreis D-Marin’de bağlı olan tekne, yavaş yavaş limandan ayrılıp, her daim dalgalı olan, Turgutreis ile karşıdaki Yunan adaları arasından hoplaya zıplaya ilerlemeye başlıyor.
Seyir esnasında çocukların can yeleklerini giydiriyoruz ve kaptanında sıkı uyarısıyla çocukların, teknenin oturma alanının dışına yani kenarlara ve öne gitmelerine engel oluyoruz. Zaten onlarda kendileri için yeni olan böyle bir deneyimde farklılığı hissetmiş olmalılar ki her zaman her yerde her şeye saldıran çocuklar oldukları halde gayet sakin seyrediyorlar. Sadece teknenin çift dümeninden boşta kalanını tutma konusunda kavga çıkıyor.
Kaptan, rüzgar olduğu sürece, yelkenleri açarak rüzgardan yararlanıyor. Bu nedenle, her zaman ön yüzünden tanıdığımız Karaada‘nın arkasına ulaşmamız bayağı zaman alıyor. Biraz yüzme ve dinlenme molası veriyoruz. Yıllardır Bodrum‘a gelmiş, Karaada‘nında önünde sayısız defa denize girmiş olarak, ilk defa arka yüzünü görmek ve buradaki Orta Koy’da yüzmek, bizi heyecanlandırıyor ve farklılık, kendimizi her şeyi başarabilirmişiz gibi hissetmemize sebep oluyor.
Hava kararmadan geceleyeceğimiz koya ulaşmak için fazla oyalanmadan tekrar hareket ediyoruz. Bodrum‘u geçip, Orak adasının bulunduğu Kargıcık Bükü‘ne geliyoruz. Bu koyda yer alan bir tatil köyü oldukça ışık ve gürültü saçtığından ve biz gelmeden koy başka teknelerce tercih edilmiş olduğundan, Karaburun‘u dönüp, Alakışla Bükü’ne girmeden demir atıyoruz. Son derece korunaklı ve sakin bir noktadayız, bizi gören bir tekne daha yakınımıza demirliyor.
Akşam yemeğini hazırlamak için aşağı indiğim zaman, teknede olmanın ne olduğunu ve denizin kaç bucak olduğunu anlıyorum. Son derece hafif bir sallantı ama bulantı müthiş. Yemek ne kadar hazırlaması kolay olsa da bana saatler sürmüş gibi geliyor. Güverteye çıkıp ufuk çizgisini tutturunca nispeten sakinleşiyorum ama artık benim için mecburiyet olmadığı sürece sık sık aşağı inip çıkmak diye bir şey yok. Düştümü 30 m2, 3 m2 ye .
Çocuklar mutlu görünüyorlar ve bulantı gibi bir sorunları yok, bende farkettirmemeye çalışıyorum çünkü anne babayı taklit etmek gibi bir huyları olduğundan mideleri bulanmasa da annemin oluyorsa iyi bir şeydir diyerek kendilerini buna zorlayabilirler.
Benim için zor hatta hırpalayıcı bir macera olacağını düşünsemde, teknedeki ilk akşam yemeğimiz keyif içinde geçiyor. Yemek yemek bulantıyı hafifletiyor. Yemek takımlarımızı, bitince hemen çöp poşetine atıyoruz ve (isabetli bir şekilde) çok çok az bir bulaşık kalıyor. Zaten teknedeki en önemli konulardan biri su. Tankınız kadar suyunuz var. Sık sık suyu olan limanlara uğrayıp tankı doldurursanız problem yok. Yine de belli bir kısıtlama var ve şebeke suyunun sonsuzluğunun verdiği özgürlük yok. Bulaşık, diş fırçalama, el yüz yıkama, duş ve tuvalet gibi illaki su gerektiren konularda su sarfiyatını minimum düzeyde tutmak için çaba harcıyoruz.
Kaptan kamarasına çekiliyor ve bizi ilk gecemizde gökyüzünün muhteşem büyüklüğü ile yalnız bırakıyor. Etrafta az ışık olduğu için, tüm gökyüzü, milyonlarca yıldız ve yıldız sistemi tepemizde simli bir örtü gibi.
Uzaktaki tatil köyünden gelen hafif müzik sesi suyun sakin şıpırtısına karışarak fon yapıyor, ilk kez bu derece yoğun olduğunun farkına vardığımız devasa görüntüye. Neyin altında yaşıyormuşuz haberimiz yok. Kitaplarda bahsedilen büyülü atmosfer dedikleri böyle bir şey olmalı.
Tek bildiğimiz büyük ayı ile küçük ayı adındaki yıldız kümeleri. Yıldız sistemleri hakkında daha fazla bilgi edinmeden geldiğimiz için pişman olarak yataklara gidiyoruz. Belki korkarlar diye çocukları paylaşmış durumdayız ama asıl sebep o kadar daracık yatağa iki yetişkin olarak sığamayız yada sıcaktan boğuluruz endişesi.
İlk günün heyecanının verdiği yorgunluk, sallanırsa uyuyabilirmiyiz korkusunu bastırıyor ve kendimizi mutlak bir uykuya teslim ediyoruz….