1 Ağustos Perşembe 2011
Gemimiz Mikonos’un limanına gece saat 12.00 itibarı ile yanaştığı için gece fazla sallanmadan rahatça uyuyabiliyoruz. Ama çocukları bırakıp çıkmak gibi bir olasılığa cesaret edemiyoruz.
Sabah kahvaltıda oyalanmayıp, hemen çıkış yapıyoruz. 7 euro karşılığında gemilerin yanaştığı limandan şehir merkezine shuttle servislere binilebiliyor ve bu otobüs sayısız sefer kullanılabiliyor.
Mesafe çok kısa yürünebilir ama yol öyle dar ve Yunanlılar, otobüs şöförü dahil olmak üzere bu yolda o kadar hızlı araç kullanıyorlar ki yürümek hayati risk taşıyor.
Otobüsün bıraktığı noktada mavi ve beyaz renkler sarıveriyor etrafı, bir takanın direklerinde kurutulmak üzere asılmış ahtapotlar selamlıyor sizi ve içiniz bu adaya karşı sempati hissi ile dolarak başlıyorsunuz dolaşmaya.
Kutsal Delos adasının çevresini kuşattıkları için adları daire anlamındaki ‘’kyklos’’tan türemiş olan ‘’Kyklad’’ adaları, en çok turist çeken ada grubu. Gruptaki 56 adadan 24’ünde yerleşim var ve grubun gözdeleri de hiç kuşkusuz Mikonos ve Santorini. Mikonos, kuru ve çorak bir ada olsa da, gece hayatı ve plajları, adaya uluslarası bir ün kazandırmış durumda.
Küçük bir kumsal boyunca ilerliyoruz, liman ile merkez arasında hala doğal bir plaj olmasına şaşırarak. Rüzgarla bacaklarımızı haşlayan kumlar, günün sonrasındaki fırtınayı haber veriyor ama telaşlandırmıyor, karadayız nasıl olsa.
Her zaman rüzgarlı bir ada olması ve ada olduğu için rüzgarlı olması, Mykonos kasabasının ( Khora ) eski liman mahallesinin sokaklarının ancak insan geçebilecek kadar dar inşaa edilmesinin sebebi. Amaç rüzgardan korunmak.
Eski limanın ve kalenin arka tarafları bu labirentvari dar sokaklardan oluşmuş. Daha yakın zamanlarda gelişen bölümlerde, nispeten ana aks olarak kabul edilebilecek genişçe yollar var ki bu caddeler ticaretin yani çarşının olduğu akslar.
İlk karşımıza gelen Mado Mavrogenous Meydanı, taxi durağının, turizm acentaları ve turist information ofisinin olduğu bir çeşit merkez. Mavrogeni Sokağı’nı takip ederek çarşıya dalıyoruz. Devamında Kalogera Sokağı’ndan da gitseniz, Enoplon Dinameon Sokağı’ndan da gitseniz Mitropoleos Sokağı’na çıkıyorsunuz ki ikinci alternatifte ‘’Maritim Museum ‘’(Deniz Müzesi) önünden geçiliyor. Bizim geçtiğimiz saatte (yaklaşık 10.00 ) açık değil ve çok sonradan yani ancak akşamüstü tekrar geçtiğimizde açıldığını görüyoruz. Pek çok dükkanda müze gibi neredeyse öğleden sonra açılıyor. Bu durum, ya gece hayatının uzun saatler sürmesinin sonucu yada Yunan esnafının tembelliğinin.
Enoplon Dinameon Caddesi ve devamında Mitropoleos Caddesi, şık mağazaların ve şık barların bulunduğu kesim. Bu caddeler ana güzergah olarak kabul edilebilir olsa da, yolun genişliği aslında görüp görebileceğiniz en küçük triporter ( Çaka kadar ) yada bir motorsikletli geldiğinde, sizin ona yol vermek için dükkan içlerine girme zorunluluğunuzu gerektirecek ölçüde.
Kayrak döşeli beyaz konturlu daracık yollar, mavi-yeşil-kırmızı boyalı kapı ve pencereleri ile beyaz badanalı iki katlı evler, genelde desenli podima (dere çakılı ) kaplanmış bir en fazla iki kişinin ancak ayakta durabileceği genişlikte verandalar ile çok ama çok özgün ve insana sıcak gelen bir yer Mikonos Liman Mahallesi.
Daracık ve dip dibe olmak, alçak katlı birbirine hava atmaya çalışmayan evler, araç için değil insanlar için oluşmuş yollar, sadece bilenin kaybolmadığı yol sistemi, biz büyük şehir insanlarının unuttuğu bir insani boyutu vuruyor yüzümüze tüm samimiyeti ile.
Mitropoleos’un devamında Kovu Geoegeouli Caddesi’nde bir dondurma molası veriyoruz. Konuşmalarımızın Türkçe olduğunu anlayan Yunanlı bir genç ‘’Galatasaray ‘’diyor. Bizimkiler ısrarla ‘’Fenerbahçe’’deseler de sonuç olarak gencin tanıdığı takım Galatasaray, buda biline.
Arada denizi gördüğümüz anda çıktığımız Pitaraki Sokak bizi liman mahallesinin arka koyuna çıkarmış oluyor. Taverna ve balık restoranlarının olduğu bu küçük koyda sol tarafta tepede ‘’Yel Değirmenleri’’, sağ tarafta ise Mikonos adasının en çok ziyaret edilerek fotoğraflanan ‘’Küçük Venedik ‘’ bölgesi bulunuyor.
Önce 16.yy.dan kalma ve bir kısmı işler halde olan değirmenlere bir göz atalım, hafif tepelik olduğu için geldiğimiz girift yerleşime, tepeden bakalım diyoruz. Ancak dar sokaklarda farkına varmadığımız rüzgar tepeye çıkmaya başladıkça kendini gösteriyor. Çaka’nın uçma riskini göze alamayıp, yanlarına kadar gitmeden fotoğraf çekmekle yetiniyoruz.
İç yoldan Venetias Sokağı’ndan saparak (20m) ya da balık restoranlarının yanından dalgalarda ıslanma riskini göze alarak ulaşılıyor Küçük Venedik denilen kesime.Tabiki dalgaların kaçıp kovalaması çocuklara daha cazip göründüğü için bizim alternatifimiz kendilerini bu kovalamacaya düşünmeden atan çocukları takip etmek oluyor. Böylece, dalgalardan kaçarak ve aynı zamanda kayıp denize düşmemeye çalışarak, sonuçta ayaklarımız sırılsıklam bir halde bağıra çağıra ulaştığımız alt tarafı bir 50m.nin sonunda sakince oturmuş sabah kahvesi içenlere de sabah şamatası sunmuş oluyoruz.
Sanatçıların uğrak yeri olan bu kısımdaki evlerin balkonları denize doğru çıkıntılı olduğu için ‘’Küçük Venedik ‘’adını almış .Venedik haricinde gezdiğimiz ikinci küçük Venedik ( 1.si Strasbourg Colmar ), şekilsiz bir tarifsizliğe sahip ama açık denize dönük yüzü ile manzarası etkili bir güzellikte. Akşam güneşin batışı alkışlanıyormuş burada. Güneş heryerde güneş, deniz her yerde deniz, gün her yerde akşam oluyor ama güneşin batışını bulunduğunuz mekanın size hissettirdikleri farklı kılıyor. Ben güneşi burada batırıyor olsam, alkışlamakla kalmaz, şapkada çıkarır hatta önünde eğilirdim bile. Bu mütevazi adanın, bu küçücük kendine has noktası ve denizle olan samimi arkadaşlığı öylesine gönlüme dokunuyor.
Geldiğimiz Anargiron Caddesi’ne geri dönüp limana doğru devam ettiğimizde, Venediklilerden kalma kalenin üzerinde yer alan, neredeyse Yunanistan’ın ve adanın en ünlü yapılarından birine, Paraportiani Kilisesi’ne ulaşıyoruz. Ortaçağ kalesinin arka kapısının yerine yapılmış tamamen bembeyaz badanalı kilise, dört ayrı şapelden oluşuyor.
Kilsenin çok yakınında burnu hemen döndüğümüzde ise eski zarif bir kaptan malikanesinde Folk Museum ‘u görüyoruz. Görevli hanım ücretli
olmadığını gezebileceğimizi söyleyince, ada halkının günlük yaşamından eşyalar, mobilyalar, kumaşlar,v.s.ile hınca hınç dolu eve bir göz atıyoruz. Eşyalardan ziyade evin kendisi daha görülmeye değer geliyor. Özellikle mutfağa açılan küçük balkondan açık denize bir göz atmak, yaz kış bu manzarada bir mutfakta olmak, yemek yapma zorunluluğunu da keyfe dönüştürüyor olmalı diye düşünüyorum.
Folk Museum’un yanındaki iskeleden Delos Adası’na motorlar kalkıyor. Yerleşim bulunmayan Delos, Yunanistan’ın en önemli arkeolojik sit alanlarından biri. Adeta bir açıkhava müzesi. Efsaneye göre Leto, Artemis ile Apollon’u bu adada doğurmuş. 1900’lü yıllarda Delos Adası’nı incelemeye gelen turistler sayesinde de Mikonos bugünkü potansiyeline ulaşmış.
Sahil boyunca ilerleyerek, inanılmaz rüzgarda uçmamak için bir cafe’ye sığınıyoruz. Süzme tatlı yoğurt üzerine bal ve ceviz ilave edilen bir Yunan spesiyalitesi yiyorum ve çok beğeniyorum.
Önümüzde uzanan sahil, ana koy. Ama ne marinalarla, ne rıhtımlarla, nede taşlı abartılı yaya yolları ile doldurulmuş. Doğal bir plaj, küçük ve daimi bir balık satış tezgahı, balıkçı kayıkları ve biraz ileride birkaç özel tekne yani binlerce turistin geldiği bu adada denizle aranıza kul girmemiş.
Biraz dinlendikten sonra balıkçı kayıklarının yanında arayıpta rastlayamadığımız yaklaşık 50 yıldır adanın maskotu olan Pelikan Petros’u nerede bulabileceğimizi soruyoruz. Gerçek Petros, 50 yıl önce adaya gelmiş ve bir daha ayrılmamış. Bugün ortalarda dolanan ise maalesef kendisi değil oğlu yada kızı ( o kadarını anlayamadık ) yada torunu.
Motor iskelesinin önünden Town Hall’ün yanındaki sokaktan girince, Paraportianis denilen bölgede tavernalarla karşılaşıyoruz. En methedilenleri Nikos ve Paraportiani taverna ki Pelikan Petros’da oturmuş burada demleniyor. Sevmemek mümkün değil. Kafasını okşamak için uzanan sayısız ele karşı hiç tepki vermiyor sadece çipil gözlerinde bir an evvel gitseler ifadesi ile bakıyor. Başlı başına adayı sevdiren bir unsur, son derece kendine özgü ve bir o kadar da güçlü bir karakter.
Pelikan Petros’u her daim hatırlamak için turistik biblolarından almak istiyoruz. Yakında girdiğimiz dükkandan çocuklara da hatıra olarak T-Shirt almak isteyince ve doğal olarak T-shirtlerin bedenlerini anlamak için katlı olanlardan bir tane alıp açınca, ada halkının bir başka yüzü ile tanışmış oluyoruz.
Tekin para öderken, benim başka ne alabiliriz diye diğer süs eşyalarına bakmam ve gaflet delaleti olarak dokunmam, üstüne Çaka’nın da bir oyuncağı ellemesi, dükkan sahipleri açısından kabul edilemez son nokta oluyor. Malesef parayı ödedikten sonra, Çağan’ın farkederek söylemesi ile arkamızdan yaka silkme ve defol anlamına gelen el hareketleri yaptıklarını anlıyoruz. Şeytan,Türk damarımıza basıp, geri dönerek alınanları iade etmeyi ve parayı geri istemeyi söylüyor ama kavga ederek zaten kaçmış keyfimizi daha da kaçırmak istemiyoruz ve büyüklük bizde kalsın diyerek kavga edip bir sonuç elde edemeyerek sadece Türk adını lekeleyeceğimize, yazılarımızda terbiyesizliklerini anlatarak, okuyana, duyana duymayana, Yunan esnafının sevimsizliğini anlatıp, rezil etmeyi tercih ediyoruz.
Bir müddet sarsılsak da kaybolduğumuz dar sokaklardaki minicik meydanlar, bakımlı bembeyaz evler, ikinci katlara tırmanan daracık merdivenlerin samimiyeti, mağazalardaki kaliteli seyirlikler bizi tekrar kendimize getiriyor. Dar sokaklı labirentvari bölgedeki dükkanlar daha ziyade sanat ve tasarım atölyeleri tarzında. Beğenerek atladığımız pek çok ürün de özel tasarım olduğu için çok pahalı. Klasik turistik eşyalardan ziyade özgün sanat tasarım atölyeleri hali ile kaliteyi arttırıyor. Bodrum’un dönüştüğü çakma çantacı halini düşünerek üzülüyorum.
Kasabanın nispeten geniş ana yollarını turistik çarşı, limanın ve kilisenin arkasında kalan grift bölgeyi ise daha elit, daha kalifiye ve sanat yönü ağırlıklı bölge olarak kabul etmek mümkün.
Akşamüstü yaklaşmaya başlayınca bir bir dolmaya başlayan taverna ve barlar çok cazip görünüyor. Erkenden keyif yapmak isteyenler yavaş yavaş bar taburelerini veya verandalardaki sedir tarzı basamakları doldurmaya başlamışlar, sakin sakin sohbet edip gelen geçeni seyrediyorlar. Dün gece çıkmadığımıza pişman oluyoruz.
Yine geç açıldığı için dönüş yolunda farkettiğimiz, çarşı içinde bir mağaza, sunduğu farklı hizmet ile oldukça ilgi çekiyor. Fish me. Bir çeşit ayak spa’sı. Ayaklarınızı iyice yıkadıktan sonra bir sürü küçük balığın (sülük değil ) olduğu akvaryumlara sokuyorsunuz ve onlarda gelip dokunarak yada ufak ufak ısırarak masaj yapıyorlar. ( www.fishme.gr) Girit’te de bir şubesi olan ilk kez rastlamış olduğumuz, yaptıranında pek bir eğlendiği, değişik bir uygulama.
Gemiye dönmek için shuttle otobüslerinin durduğu alana rüzgara rağmen, adayı son anına kadar hissedebilmek için sahilden gidiyoruz. Her yıl binlerce insanın geldiği bir adanın doğallığı ve mütevazılığı bizim için şaşırtıcı. Tarzı tamamı ile farklı ama Kınalıada’nın samimiyeti burada da yakalanabiliyor. Deniz ile insanın arasına gereksiz yaya yolları, limanlar, rant peşinde koşan binalar, yapayım derken bozan belediyeler sokmamışlar.
Açık ve net bir şekilde ayaklarımız geri geri gidiyor. Doyamadığımız nadir yerlerden oluyor Mikonos. Türkiye’den başlayan direkt uçuşlarla mutlaka bir kere daha gelip birkaç gün kalmayı ve aslında bugün planladığımız ama dalgadan gidemediğimiz koyları da görmek istiyoruz.
Adanın çok sayıda plajı var ve adanın asıl ünü de zaten bu plajların niteliğinde. Güney tarafta yer alan bu plajlardan Platys Gialos, adanın başlıca plajı ve kasabaya en yakın olanı. Paradis ve Super Paradise plajları, eşcinsellerin ve çıplakların, Elia ise daha ziyade ailelerin tercih ettiği koylar. Merkezden kalkan bu koyların hepsini gezdiren tekne turları mevcut.
Shuttle’a binince, tur alarak Elia’ya giden gemiden bir grubun, dalga ve rüzgar sebebi ile denize giremediklerini anlıyoruz. Bir başka grup ise, aynı bizim gibi, dükkan sahiplerinin sevimsizliğinden yakınıyor. Bu konuda yaşadığımız tecrübe ile sabit kendimizi haklı görsek de kasabalarına sahip çıktıkları için de kutlamak gerektiğini düşünüyorum. Ne kadar kızsak da bazı dükkan sahiplerinin işi gücü bırakıp yerlerdeki boyayı yenilediklerini bizzat görmüş durumdayız. Bu yüzden yollar pırıl pırıl ve bakımlı. Her şeyi, oy verdim diye belediyeden bekleyen Türk esnafının da maalesef eksiği dükkanından başka çevresine sahip çıkmayışı sanırım.
Sonuç olarak, isteyen istediği cins arkadaşı, sevgilisi yada ailesi ile kimle isterse gelsin, istediği yerde istediği şeyi yapsın. Biz bu adayı çocuklu bir aile olarak çok sevdik, ne bir rahatsızlık duyduk, ne çocuklar açısından irrite edici bir duruma rastladık. Kendine özgülüğünü, mütevaziliğini, doğallığını, bozulmamışlığını, kendi halindeliğini, her yere site dolmamışlığını, kimsenin kimseye yan gözle bakmayışını, tarzını, Küçük Venedik’te denizi seyretmeyi, dar sokaklarda kaybolmayı, Çaka’dan bile küçük triporterları, sokakta yaşamayı, dar ötesi verandaları ve Pelikan Petros’un çipil gözlerini sevdik. Mikonos’un ününü hakkıyla kazanmış olduğunu ve bunu koruduğunu gördük.
Üzülerek döndüğümüz gemi birde üstüne beşik gibi sallanınca ayrılmak eziyet haline geliyor. Uzun süre güverteden yavaş yavaş uzaklaşan Mikonos görüntüsüne bakıyoruz. Zar zor yemek yiyip, yediklerimizin midemizde kalabilmesi için tek çare kendimizi yataklara atıyoruz. Zaruri bir dinlenme söz konusu oluyor…
Ne de olsa yeni nesil sayıldığımız için beşikli bir bebeklik geçirmemiş olan ben, bu gece beşikte sallanmanın ne demek olduğunu anlıyorum….
yunan-adalari-4-gun-giritsantorini
yunan-adalari-5-gun-izmir-donus
atlantis-efsanesi-yunanistan-girit