Çocukla Geziyorum

BUDAPEŞTE – 4.gün TUNA

19 Mayıs Pazartesi 2008

Bugün gezi planında geriye Tuna nehri kalıyor yada Macarca adı ile Duna.( Danube )

Güne başlamadan öncelikle yine markete uğrayarak su ve yiyecek bir şeyler alıyoruz. Otelin ve marketin bulunduğu bölge, Budapeşte‘nin pek nezih bir bölgesi değil sanırım. Metro istasyonlarında ve meydanda, çok fazla akşamdan kalma, salaş ve sefil görünümlü insan var. Buna sadece fakirlik demek yeterli değil, üstüne sokakta yaşamanın pisliği ile alkolün verdiği akşamdan kalmalığı ve muhtemelen domuz yağının ağır kokusunu da eklemek gerekir. Genel olarak Budapeşte‘nin zengin bir şehir olmadığı, halkın giyim kuşam tarzından, yemek yeme yerlerinin az ve kalitesiz oluşundan ve en popüler turistik caddelerinde bile fazla uluslararası markanın bulunmamasından anlaşılabiliyor. Metro ve tramvaylar ise, Rus döneminden kalma ve eskilikten köhnemiş olanları bile var.

İçinden nehir geçen şehirlerde her zaman olduğu gibi, Tuna‘da da gezinti tekneleri var. Danube Legend ( www.legenda.hu) Erzsebet Köprüsü‘nün hemen yanında, Marriot Oteli’nin önünden kalkıyor. Şık, modern ve temiz tekneler, camları açık, gayet keyifli. En güzeli ise, anlatım dilinde Türkçe seçeneğinin olması. Yani, Tuna ‘da gezerken aynı zamanda Buda ve Peşte‘nin hikayesini Türkçe dinliyorsunuz. 150 yıllık bir egemenliğin avantajı bu olmalı.

Tercüme sıkıntısından kurtulunca, tekne gezisi daha bir keyifli geliyor bana. Çağan’da anlayarak dinlediği için,s ürekli birşeyler sorma ihtiyacı duymuyor ve en rahat nehir gezintimizi yaşamış oluyoruz.

Tekneler, Margit Adası’nın etrafında dolaşıyor ve adada dolaşmak isteyenler, bir sonraki teknenin almasına kadar adada kalabiliyor. Margit Adası, tramvayla da gelinebilen, nehrin ortasındaki bir gezinti parkı gibi ufak bir dinlenme noktası Budapeşte’liler için.

Budapeşte’nin 150 yıl boyunca Osmanlı hakimiyetinde kaldığını dinliyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden daha uzun bir süre. Bu 150 yılın etkileri her alanda açıkça görülüyor. Kullandığımız dillerde aynı kelimeler var. Kaplıca kültürünü Osmanlı yerleştirmiş, şehirdeki en ünlü kaplıcaların çoğu Türkler’den kalma. Macar mutfağı’da bizim mutfağımıza benziyor, ama, onlarinki daha yağlı, acılı ve lezzetsiz olanı. Bir asırdan fazla bir yere hakim olup, medeniyetini yerleştirdikten sonra,bırakıp gitmek ise üzücü.

İkram edilen içeceklerle gezinin tadını çıkarırken, 4.5 milyon taş kullanılarak yapılan Parlamento Binası’nın taşlarını saymayı denesek mi diye düşünüyoruz. Szechenyi, Erszebet ve Szabadsag Köprüleri’nin hikayeleri de anlatılıyor. Özellikle Szechenyi Köprüsü , Budapeşte‘nin simgelerinden biri. Yapımında kullanılan zincirlerden ötürü, Zincirli Köprü denilen bu estetik harikası yapı, Buda ve Peşte‘yi birleştiren ilk köprü olma özelliğine de sahip.

Yaklaşık bir saat süren nehir turu bitince, nehir boyunca kısa bir tramvay ulaşımı ile Szabadsag Köprüsü‘nün hemen bitiminde Vamhaz Körüt‘ün girişinde, Vasacsarnok ( Budapeşte Merkez Pazar Hali ) ‘a geliyoruz. Hal, Eyfel Kulesi’nin mimarı Gustav Eiffel tarafından tasarlanmış ve inşaa edilmiş. Demir işçiliğine dikkat etmek gerekiyor. Zaten Budapeşte’nin en göze batan ve dikket çeken özelliklerinden biri de balkon, cam ve kapılardaki inanılmaz zarafetteki muhteşem demir işçiliği. Ferforje kapılardan gözlerinizi alamıyor, tablo gibi seyretmekten zevk alıyorsunuz.

Hal, kendi içinde asma katı olan, kapalı bir yerel pazar. Alt kat dükkanlarda, meyve ve sebze ile özellikle baharat ve şarküteri ürünleri satılıyor. Bütün turistler acı biber ve Macar salamı alma peşinde. Üst katta ise el sanatları ürünleri satılıyor. Çok güzel el işlemeli örtüler ve danteller var. Kızım olsa daha bir alıcı gözle incelemek kaçınılmaz olabilirdi.

Üst kattaki Fakanal Etterem, uygun fiyata yerel yemeklerin satıldığı, turistler tarafından tercih edilen bir restaurant. Ama açıkta sergilenen yemeklerin görüntüsü, kelime anlamı ile o kadar ”vahşi” ki, burada da yemeye cesaret edemiyoruz. Bizde de açıkta yemek sergileyen esnaf lokantaları var, onların görüntüsü meğer ne kadar kibar bir işath açıcılığa sahipmiş.

Hal’den çıkınca, Vaci Ut‘un devamı sizi karşılıyor. Bu bölümü biraz daha turistik, mağazalar da hediyelik eşya satışına yönelik. Ufak tefek hediyelik bir şeyler bakıyoruz. Gittiğimiz her şehirden çocuklara hatıra kalması maksadı ile birer t-shirt alma adetini yarattık. Çağan ”Tuna korsanları” yazan bir tane seçiyor, Çaka klasik bir ”I love Budapest”.

Tanıdık bir dost diyerek Mc Donalds ‘da nihayet biraz karnımızı doyurunca, tramvay ile Buda tarafına, Gellert Tepesi‘ne gidiyoruz. Gellert Oteli ve kaplıcaları, 1918 de Art Nouveau tarzında yapılmış çok güzel ve etkileyici bir yapı. Hemen yanında zahmetli bir tırmanışla Gellert Tepesi’ne çıkılabiliyor. Çekilen zahmete değecek bir manzara ile karşılaşılıyor olsa da, dinlenmek için bir cafe olmasa, manzaraya da boşver denilebilir,yorgun olmamak lazım.

 

Budapeşte’de, son gecemizde, yemek aramak zahmetine katlanmayalım diyoruz, nasıl olsa bulduğumuzu da yiyemiyoruz. Yine tramvay ile ( sevdik bu işi ) Vörösmarty Ter’e dönüp, 1884 yılından beri Budapeşte cafelerinin ( nerdeyse o cafeler ) duayeni sayılan Gerbaud Cafe’de oturuyoruz. Terası meydana bakıyor ve her daim bu tür meydanlarda bir şeyler çalan amatör müzisyenleri dinleme fırsatı veriyor. İçi ise, gerçekten 1884’ten kalma, nostaljik.

Riske girmemek için, kafenin spesiyalitesi olan pastalardan söylüyorum. Allahım bu nasıl berbat bir şey, bu insanlarda tat duyusu bu kadar mı farklı. Bir şeyi yiyemediğim nadirdir ama, 130 yıllık cafenin spesiyalitesini sırf tarihe saygımdan, kusmamak için yemiyorum. Bu insanlar yüzyıldır ne yiyor, ne içiyor. İyiki çocuklara dondurma söylemişiz.

Açız ya, açız.

budapeste-5-gun-sonuc

 

 

Paylaşın: