1 Haziran 2016, Edebiyat Bahane Gezmek Şahane etkinliği
O, bir prens. Adının üçüncüsü. Veliaht olan ağabeyi Büyükada ve yeşil pelerinli zarif ablası Heybeliada’dan sonra geliyor. Afacan küçük kardeşi Kınalıada’yı büyüklerden korumak istercesine arkasına saklamış. Büyükada’nın kızı Sedef, babasının kuytusundan ayrılmıyor. Kaşık adası, prens ve prenseslerin emrine verilmiş hizmetkar, daha çok Burgaz’ın yumuşak mizacını ve Heybeli’nin romantizmini sevdiği için onların arasında, onlara hizmet ediyor. İmralı, kraliyet ailesine hırs besleyen kaderi kötülüklere meyletmiş uzak bir kuzen, ailenin kötü çocuğu, yüz karası. Tavşan adası ve Sivri ada, İmralı’nın lanetini sırtlamak zorunda kalan kardeşleri. Ağabeylerinin yaptıkları onların kaderine yansımış, birinde sadece tavşanlar yaşıyor kaderi umursanmamak öbürü, adını tarihe İstanbul köpeklerinin ölüm mabedi olarak yazdırmış, laneti büyük İstanbul depremini çağırmış.
Burgazada bu ailenin en dertsizi kaygısızı, balıkçıların hamisi, çevrenin koruyucusu. Kim bilir belki de yetiştirdiği büyük yazar ona bu sıfatları yapıştırmış. “ Sorumlu avare”, “gözlemci balıkçı”, “çakırkeyf sirozlu”, ”anadan doğma çevreci” , Burgazada’yla özdeşleşmiş Türk Edebiyatının en büyük öykü yazarlarından Sait Faik Abasıyanık’a atfedilen etiketlerden bir kaçı. “Semaver”, ”Alemdağ’da var bir yılan”, ”Son Kuşlar”, “Sarnıç”, ”Lüzumsuz adam” ise unutulmaz öykü kitaplarının sadece beşi.
Herkesin mutlaka en az bir hikayesini okumuş olabileceği bu umarsız ama derin yazarı anmak, hatırlamak ve bu vesileyle birkaç öyküsünü daha okumak için adına düzenlenmiş müzesinin bulunduğu Burgazada’yı ziyaret edelim, hem güzel bir bahar gününde İstanbul’umuzun veliahtlarından birini keşfedelim hem de Sait Faik’in biraz kulaklarını çınlatalım dedik.
Sabah erken saatte Avrupa yakasında oturanlarla Kabataş iskelesinde buluşuyoruz. Artık Sirkeci hattı yok, adalar vapur şehir hatları Kabataş’tan kalkıyor. Adaya olan süre yaklaşık 50 dakika kadar sürüyor. İlk durak Kadıköy. Boğaz vapurlarının paşa babası Haydarpaşa’nın önünden geçip Kadıköy iskelesine yanaşıyoruz, bir yolcu daha alıyoruz. Ekibin son halkası ise Bostancı üzerinden adaya gelecek, adalara en kolay ulaşım Bostancı çıkışlı çünkü en yakın konum burası.
Vapur hınca hınç dolu. Elbette biz erken bindiğimiz için dışarıdaki yan koltukları seçtik. Ada vapurunda yer varsa içeride oturulmaz çünkü binmeden illaki simit alınır, illaki martılara simit atılır. Koskoca Marmara ayna yüzü, kıpırtısız. Rüzgar esmediği için martılar zorlanıyor ancak geminin arka rüzgarından faydalanıyor, yanında çok uçamıyorlar ama azmediyoruz, etobur olan bu kuşları yağlı Karaköy poğaçasıyla beslemeyi başarıyoruz.
İlk durak Kınalı, afacan sevimli küçük kardeş, içi dışı bir, nesi varsa paylaşmaya hazır. Nitekim, iskelenin hemen yanındaki taşlı plajları gün içinde eğlenecek yolcuları bekliyor. Kısa moladan sora martılar eşliğinde hedefe Burgazada’ya doğru devam ediyoruz. Vapur adanın doğu yüzüne dönüyor, iskeleye yanaşıyor. İner inmez Sait Faik’in bir heykeli bizi karşılıyor.”Hoşgeldiniz” diyor “erkencisiniz”. Heykelinin yanında grubun son neferiyle buluşuyoruz, artık ekip tamam.
Sabah saatleri, adada gündelik hayat yeni başlıyor. Kafeler kapılarını ancak açmış, ilk müşteri kim olacak diye bekliyorlar, ayağını sürse de gelse diye dua ediyorlar. Manav çoktan dizmiş meyvelerini, sıcak olacak günde pörsümemeleri için su serpiyor. Büyük ahşap bir evin hükmettiği meydan, gelecek turistler için hazırlıklarını yapıyor. Hediyelikçiler seramiklerini dizmiş tezgaha, belediye görevlileri Sait Faik’in ayaklarına çiçekler ekiyor.
Sahil boyunda sıra sıra dizilmiş kafelerden birinde oturuyoruz. Kahvaltı istiyoruz. Şöyle ortaya serpme, birazda peynirli menemen. Çalışan hanım hemen bir gözleme açıveriyor, patatesli tercih ediliyor. Çaylar da gelince deymeyin keyfimize, işte şimdi gün başlıyor.
Önümüzde Sat Faik’in balıkçıları, deniz kıpırtısız. Heybeli yeşil elbisesini kuşanmış, sükunetle saçlarını tarıyor. Uzaklarda İstanbul, pus basmış, iyi yapmış, bastırsın biraz o karmaşayı, gürültüyü, gelmesin ulaşamasın buraya kadar o telaş. Burgazada öyle sakin, sessiz. Ne iyi yaptık geldik.
Burgaz Adası’nın Yunanca adı Antigoni. Büyük İskender’in generali Antigone buraya büyük bir kale yaptırmış, ada önce onun adıyla anılmış, sonra Yunanca kale/burç anlamına gelen Burgaz (Pyrgos) adını almış. Antikçağ yazarları bu adaya Erebinthus, Bizanslı yazarlar ise Therebintos ya da Panormos adını vermişler. Evliya Çelebi’nin 17.yy’da yazdığına göre, ada halkı Rumlardan az sayıda da Yahudi ve Ermenilerden oluşuyormuş.
Kahvaltıdan sonra yavaş ve aheste başlıyoruz turumuza. Sahil boyu Gezinti Yolu’ndan ilerliyoruz. Ergür pastanesi, yanaşan vapurları seyretmek için güzel bir konumu kapmış. Bize, adada açan çiçekler, adanın değişmeyen sakinleri kediler, bisikletliler ve gelen her vapurla adaya akın edenleri Kalpazankaya’ya taşıyan faytonlar eşlik ediyor.
Methini duyduğum Yasemin Restaurant’dan Camii sokağına sapıyoruz, en güzel ada evlerinin görülebileceği Gönüllü Caddesi’nden ilerliyoruz. Asırlık çınar ağaçları yolumuzu kesiyor, gölgeleri rampa çıkmamızı kolaylaştırıyor. Burgazada Camii’nin arkasından geçiyoruz. Yamaçta yer alan bu cami enine değil dikine yapılmış, ince uzun türbevari bir şekli var.
Gönüllü Caddesi hafifçe adanın etrafını dönüyor. Bir üst paraleli Mehtap Sokak ve sahilde devam eden Gezinti Yolu, adanın en güzel bahçeli, ahşap cepheli evlerini görebileceğimiz sokaklar. Aralarda yeni yapılmış betonarme binalara da rastlanıyor, bina aralarından denizin davetkâr mavisi karşımıza çıkıp bizi yoldan saptırmaya uğraşıyor.
Ada bir kısmı 2003 senesinde yanmış kızılçam ormanıyla kaplı. Binalardan fırsat bulabilmiş bazı çamlar denize doğru uzanmışlar. Kavuşamayacakları bir hayale iç çeker gibi İstanbul’u seyrediyorlar. Burgazada Öğretmen evi birlikte ilerlediğimiz başka bir grubun durak noktası. İstanbul’a tepeden bakan bir konumu var. Hemen karşısında Cennet Bahçesi yer alıyor. Çam ağaçları arasında teraslı bir bahçe burası, ada gecelerinde çay içip çekirdek çitlemek için ideal.
Yanındaki Ayios Yeoryios ( Aya Yorgi ) Garipi Rum Ortodoks kilisesinin tarihi Bizans dönemine uzanıyor. Bu manastır 1947 yılında Bolşevik Devriminden kaçan beyaz ruslara ev sahipliği yapmış. Manastıra neden “Garip” dendiği bir rivayete göre Arapça “garip- fakir” kelimesinden gelmesi. Bina 1999 depreminde hasar görünce 2005’te restore edilmiş. Israrla kapısındaki çanı ve bekçinin yaşadığı evin kapısını çalıyoruz ama açan olmuyor. Bir komşu sadece hafta sonları açık olduğundan bahsediyor.
Devam ediyoruz. Son evlerden sonra faytoncuların muhiti başlıyor. Bir köpek bize yolu göstermek için gönüllü oluyor. Adanın etrafını dönmeye başlıyoruz. Caddenin adı artık Kalpazankaya Caddesi oluyor. Atlar için ayrılmış küçük korunun yanından aşağıdaki eski plajı seyrediyoruz. İstanbul’a nazır denize girmediğimize hayıflanıyoruz.
Yolun sonu Kalpazankaya Restaurant, sabah kahvelerimizi burada içeceğiz. İmralı ve Kaşık adaları manzaramız, ara sıra Yalova’ya giden deniz otobüsleri geçiyor. Denize sokulmuş kayalık, Bizans döneminde sahte para basılan yer. İlk Türk kalp paranın yapıldığı yer de deniyor. Kalpazanlık rivayetlerde yarışıyor.
Mavi pötikare masa örtüleri ve mavi tenteleri olan Restaurant geniş, ağaçlar arasına ahşap masa ve sandalyelerle yayılmış. Adanın bu arka yüzüne tekneyle gelenlere de hizmet veriyor ya da tekneden alıp getiriyor. Deniz ürünleri ağırlıklı, gün batımlarını mükemmel kılacak bir manzarası var. Aşağısı plaj, bize yol gösteren köpek dostumuz plajı görünce bizi masaya yerleştirip ayrılıyor. Teşekkür ederiz, sağ ve esen geldik.
Kahvelerimizi içerken Sait Faik’in hayat hikayesini dinliyoruz. Kelimeleri hayata, hayatını kelimelere dönüştüren, başkalarını değil kalbini dinleyen, insanları önyargılarıyla değil yüreğiyle görebilen, insana dair küçük hüzün ve sevinçleri öyküleştiren Sait Faik, başarısız okul ve iş hayatı boyunca ailesinden ve özellikle annesinden her zaman sevgi ve ihtimam görmüş.
Hiçbir yere ait olmayan, sorumluluktan kaçan, kimselerin bilmediği mahallelerde, hiç tanımadığı insanların içinde dolaşmayı seven, avare bir adam olarak nitelenen yazarın sığınağı her zaman Beyoğlu ve Burgaz ada olmuş. 1953 yılında Amerika’daki Mark Twain Derneği “çağdaş edebiyata katkılarından dolayı” Sat Faik’e onur üyeliği vermiş.
1954’te sadece 48 yaşındayken vefat eden yazarın eserlerinden elde edilen gelir “Darüşşafaka “ derneğine bağışlanmış ve bugünkü müzeyi de bu dernek hayata geçirmiş.
Kendimizi dinlenmiş, demlenmiş ve öykücünün şevkiyle donanmış hissettiğimiz için tepeye çıkmak üzere tekrar yola düşüyoruz. Bunun için biraz geri gidip Adalar sokaktan tırmanışa geçmek gerekiyor. Çıktıkça manzara güzelleşiyor ama yokuş zorlu ve uzun. Bir zaman sonra manzaraya bakmaz, ıssız patikanın sağında ve solundaki çalı örtüsünden gelen çıtırtılara temkinli, bir ağaç altı gölgesi arar hâle geliyoruz.
“Sabrın sonu selamet ” diye boşuna söylememiş büyüklerimiz. 176 mt. yüksekliğindeki Bayraktepe adanın son noktası. Tepe aynı zamanda Hristos Tepesi ( İsa tepe ) olarak biliniyor. İki aksi yönden ulaşan patika ( şehir içinden Büyük Çamlık Sokak devamı ) geniş bir düzlükte son buluyor. Boylu çam ağaçları ve orman işletmesine ait bir konteyner var. Çok zorda kalırsanız su ikram ediyorlar.
Bütün Prens adalarını ve İstanbul’u net olarak ayaklarımızın altında görüyoruz. Mahalleler, adanın doğu yüzünde, çamların bitiminde sahilde yayılıyor. Gelip giden vapurları bir çizgi film izler gibi seyrediyoruz.
Konteynerin arkasında gizli kalmış, yok olmaya yüz tutmuş bir manastır bulunuyor. Metamorphosis ( Hz. İsa’nın değişim ya da başkalaşımı ) Manastırı, 9.ile 11.yy.lar arasında eski bir Yunan tapınağının yerine kurulmuş. Bugünkü 19.yy kilisesi, Bizans zamanında çok ince işçilikle yapılmış oyma sütun başlarına sahip. Ancak sağa sola atılmış olanlar dışında başka bir şeye rastlamak mümkün değil. O güzelim sütun başları yosun tutmuş, dağılmış. Bizde fotoğraf çekmek için set gibi kullanıyoruz. 6 Ağustostaki metamorfoz yortusunda buraya gelen çok oluyormuş.
Küçük binanın içine girmeyi deniyoruz ama imkân yok, kilitli. Etrafta da kimse yok. Tüm kiliselere tek bir görevli bakıyor olmalı, duruma göre açılıyor gibi. Bahçesi bakımsız, eski kiliseden kalan mermer parçalar yan yana dizilmiş sadece varlıklarını kanıtlıyorlar. Bahçede bürümüş otların sonundaki mezarlığı da incir ağaçları kaplamış. Bakımsızlıktan ziyade unutulmuş, bırakılmış, vazgeçilmiş bir manastır.
Burgazada’nın yükseklikle değişen manzaraları eşliğinde kestirme olarak adanın ön yüzüne doğru iniyoruz. Çıktığımız dolambaçlı arka yoldan daha kısa ama yine de iniş zorlu oluyor çünkü patika yolda ayaklar kayıyor ve kaymamak için dikkatli olmak gerekiyor. Yeni düzenlenmiş Rum mezarlığını geçince yol Büyük Çamlık Sokak ile birleşiyor. Sarnıç Sokağa dönüp Sait Faik müzesinin bulunduğu Burgaz Çayırı Sokağa geliyoruz.
Meydandan gelmek isteyenler sahildeki sıra sıra klokantaların arkasından Gökdemir sokağı kullanabiliyor. Kilisenin bir yokuş yukarısında kalan büyük beyaz ahşap ev Sait Faik Abasıyanık Müzesi. Kitaplarının telif hakkını ve mal varlığını Darüşşafaka Cemiyeti’ne bağışlayan Sait Faik ’in Burgazada’da yaşadığı ve pek çok hikâyesini kaleme aldığı köşkü, cemiyet tarafından 2013 senesinde müzeleştirilmiş. http://saitfaikmuzesi.org/
Pazartesi günleri hariç sabah 10.30 dan akşam 18.00 e kadar açık olan müzenin binası da, yeşillikler içindeki bahçesi de çok güzel. Girişte yazarın bronz bir heykeli sizi karşılıyor. Odalar mütevazi, kullandığı eşyalarla döşeli. Oturma odası, yemek odası, yatak odası gibi gündelik yaşam birimleri haricinde Sait Faik’in çok sayıda kendinin, ailesi ve yazın dünyasından arkadaşlarıyla fotoğrafları, el yazısıyla yazdığı kartpostallar, mektuplar, resmi evraklar bulunuyor.
Tavan arasındaki odada ise, siz isterseniz Sait Faik’e bir mektup yazıp bırakabiliyorsunuz. Bu mektuplar daha sonra korunaklı bir şekilde bahçeye asılıyor. Mektup odasının yan duvarına, annesinin vasiyeti üzerine verilen Sait Faik Hikaye ödüllerini kazananların isim ve eserleri asılmış ki şöyle bir baktığınızda bugünkü Türk edebiyatını oluşturan isimleri görüyorsunuz.
Büyük ustaya, balıkçılarına ve küçük insanlarına veda edip karşıdaki Vaftizci Yahya’ya adanmış Aya Yani ( İonnes Podromos )kilisesine doğru iniyoruz. Bugünkü kilise 1899 yılında inşa edilmiş ama asıl yerinde kurulu ilk kilise, Bizans İmparatoru II.Michael tarafından 822 yılında yapılmış. Bizans tarihinde önemli bir dönem olan ikona karşıtlığı zamanında, Aziz Methodios buraya sürgüne gönderilmiş. 700 kez kırbaçlanmış, iki katille birlikte bir çukurda acı çektirilmiş. Ölen adamlardan biri özellikle çukurdan alınmayarak Azizin önünde çürümeye bırakılmış. İmparatorun ölmesiyle oğlu, Methodias’ın şehre dönmesine izin vermiş ve kendisini patrik yapmış. Methodias’ta ikonların yeniden onarılmasını sağladığı için İmparatoriçe Theodora onun hapis yattığı yere bu kiliseyi yaptırmış. Çile çektiği çukur, şu anki kilisenin narteks ( dua edilen yer ) bölümünün altında. 846 yılında ölen Methodias, bugünkü Fatih Camii’nin bulunduğu yerdeki On iki Havariler Kilisesi’ne gömülü.
Bu anlamlı kiliseye de girmeyi başaramıyoruz çünkü kapıları kilitli. Sadece hafta sonları ve özel ayin günlerinde açılıyor olması adadaki Rum nüfusun ne derece azaldığının önemli bir göstergesi.
Artık yorulmuş olduğumuz için Gökdemir Sokak’tan sahil yoluna inerek bilenlerin tavsiye ettiği Fincan Kafeye giriyoruz. İskele çevresinde bir-iki Barba Yani isimli işletme var. Bunlardan biri adanın en eski meyhanelerinden ama çok zaman geçtiği ve eller değiştiği için hangisi gerçek , neresi kimdir keşfedemeyince öneri olarak duyduğumuz Fincan Kafe ve Su sporları Kulübü arkasındaki İndos Restaurant’dan en yakın olanını, Fincan’ı tercih ediyoruz.
Vapur saatlerine bağlı olarak hızlıca bir şeyler yiyebilmek için sıcak balık olayına hiç girmeyip soğuk mezelerden beş-altı tane seçiyoruz. Pancar otu salatası ortak beğenimizi kazanıyor.
Yorucu ama dolu dolu geçen bir “edebiyat bahane gezmek şahane” etkinliğimizi sonlandırırken, Sait Faik’e gönül dolusu bir selam gönderip, gözbebeğimiz Marmara adalarımızdan Burgazada’ya bir gün yeniden gelmek üzere “Hoşça kal” diyoruz.
Ada vapuru yandan çarklı….. Haziran 2016
Daha fazla fotoğraf için;
https://www.facebook.com/edebiyatbahanegezmeksahane/photos