13 Ağustos Çarşamba 2008
Bodrum‘dan, Kos Adası‘na motorlarla gitmek mümkün.Farklı saatlerde Turgutreis‘ten kalkan motorlarda var, mesafe biraz daha yakın. Çocukların özenerek baktığı, su üzerinde uçar gibi giden fiyakalı ” Hydrofil ”ler, malesef Kos‘ a değil Rodos’ a götürüyor.
Adalar burnumuzun dibi, ama oradan Bodrum’a gelen turistler gibi, elimizi kolumuzu sallayarak biz gidemiyoruz, vize gerekiyor. Vize için Bodrum’dan başvurulduğu taktirde, İzmir ‘deki Yunan konsolosluğuna gönderilmesi gerekiyor pasaportların ki, bu da zaman alıyor. Ya da bizim gibi hazırlıklı olarak önceden İstanbul’dan vize alınıp gelinecek.
Vizeyi alacak şirketimiz ufak bir hata sonucu vize başvuru formlarına kalma süresini 14 gün yazınca, hali ile 2 gün bile fazla olan bir adada ”14 gün ne yapacaklar gelsinler bir görelim ” diye haber geliyor konsolosluktan. Vazgeçip çoklu Fransa ( Shengen ) vizesi alıyoruz ama, Yunanlıların ne yapacağı belli olmaz deniyor. Avrupa ülkeleri için vize gerekmeyen yeşil pasaportlara da vize isteyen bir millet. Biraz tedirginiz.
”Nasılsa karşıya kadar gidip gelicez” ya da ”komşu ne olacak” muhabbetine kapılmayıp, çıkış harcını unutmamak gerek. Yoksa, Ağustos sıcağında ve sabahın 08.00 ‘inde, Bodrum’un merkezinde yatıracak açık banka bulma telaşına düşülüyor.
Kale’nin yanında, Amatör Denizciler Derneği kahvesinde, Bodrum sabahının keyfini yaşayarak kahvaltı edip,yıllarca önünde dolaştığımız gümrük kapısından geçiyoruz.
Alt tarafı bir adaya motorla gezmeye mi gidiyoruz, yoksa yurtdışına mı çıkıyoruz, karışık bir his.
Motor’da beklemenin dayanılmaz sıcaklığı, Ege’ye açılınca yerini rüzgarda hafiften üşümeye bırakıyor. Türkiye kıyılarının uzaklaşmasını seyrederken, karadan gözleyip nasıl bir şey dediğimiz yapılar, yavaş yavaş şekilleniyor.
Bodrum limanı gibi, Kos limanı da oldukça korunaklı ve ona da bir kale bekçilik ediyor.Daha büyük gemiler için kalenin önüne ayrıca, büyük bir liman daha ilave etmişler.
Limana girer girmez, içinde askerleri ile bir savaş gemisi, burnu Türkiye’ye dönmüş bir vaziyette sizi karşılıyor. Nedense çocukları fazla şamata yapmamaları için uyarma ihtiyacı hissediyorum, ister istemez bir huzursuzluk yayılıyor.
İlk intiba huzursuzluk ise, ikincisi boşluk hissi. Bodrum’un en boş denilen zamanında bile sahillerinde kaynayan insanlar güruhu, sezonun en sıcak zamanında burada yok. Kalabalık bir ülkede yaşamaya alışmış bizleri şaşırtıyor.
Gümrükten geçmek sıcakta öldürecek kadar uzun sürünce, akıl edip çocuklu aileleri öne alıyorlar. Biz Fransa vizesi için endişe ederken onlar Türk olduğumuz için bizi selamlıyorlar.
Limandan çıkıp Kos Town’ın meydanına doğru ilerliyoruz. Biletleri aldığımız tur şirketinin Kos‘taki acentesini tarifle buluyoruz, tabiki çalışanlar Türk, bizi otele yönlendiriyorlar.
Alexandra Hotel, dört yıldızlı, merkeze oldukça iyi bir konumda. Başka bir ülkede, o son iki yıldızı zor alır ama, Kos’ta gezdikçe anlıyoruz ki, burada beş yıldızlı otelde de kalsan, beklentilerinin karşılanması mümkün değil.
Bodrum’dan Kos’a geçmek 45 dakika ama gümrük uzun sürdüğünden, acıkmış durumdayız. Yine kuralımızı bozmayıp Mc Donald’s a giriyoruz, her yer Türk dönercisi olmasına rağmen.
Otelde bulmaya ihtimal veremediğimiz için acenteden aldığımız harita üzerinde gezi planını çıkarıyoruz. Sıcaklığın yüksek olması zorlayıcı, en iyisi fazla yürümeyecek şekilde limandan kalkan gezi trenlerine binmek. Çocuklarında her zaman hoşuna giden bir gezme biçimi turistik gezi trenleri.
Hoş bir Yunan müziği eşliğinde, kısa bilgiler vererek, Kos Town bölgesinde görülebilecek herşeyin etrafında dolaştırıyor tren, şehiri de şöyle bir görme imkanı veriyor. Üzücü olan, 1500 lü yıllardan 1900 lü yıllara kadar yaklaşık 400 yıl, adanın, Türk hakimiyetinde kalmış olmasına ve adada Türk eserlerinin yer almasına rağmen, trende anlatılan tarihte, Türklerin adının hiçbir şekilde geçmemesi ve hiçbir Türk yapısı hakkında bilgi verilmemesi. Ayıptır demekten başka yapacak bir şey yok sanırım.
Romalılardan kalma, antik stadium, Odeon ve Casa Romana ile Ancient Agora Bölgesi tarih sevenler için. Bizim için bu sıcakta ancak trenle cazip.
Ancient Agora Bölgesi ‘ni biraz turlamayı deneyip çabuk vazgeçerek, nispeten gölge olan Hipotrat‘ın ağacını görmeye gidiyoruz. 2400 yıllık olduğu ve Hypokrat’ın gölgesinde ders anlattığı söyleniyor. Zavallıca koruma altına alınmış.Tıp biliminin Hypokrat ile doğduğu ve dünyanın ilk doktorunun Hypokrat kabul edilebileceği Çağan’ın hem ilgisini çekiyor, hemde şaşırtıyor.
Hippokrates, M.Ö. 460- M.Ö. 370 yılları arasında yaşamış, hekimlik mesleğini hekim olan babasından öğrenmiş, uzun zaman Anadolu’da dolaşarak, döneminde İyonya’da gözde olan bilimsel gelişme ve felsefe ile sımsıkı bağı olan hekimliği geliştirerek doruğa ulaştırmış. Kendisine göre tıbbın ilk kuralı “Önce zarar verme ” ilkesi.
Hipokrat’ın çağında hekimlerin bağlı bulunduğu loncalara girmek için ettikleri yemine, “Hipokrat Yemini” adı verilmiş. Eski zamanda tanrılara edilen yemin, günümüzde değişmiş ama, adı aynı kalmış. Etraftaki mağazalarda bu yeminin çeşitli yazılı turistik versiyonları mevcut.
Osmanlı camisi ise Hypokrat’ ın ağacından beter durumda, harab olmuş, çeşmesi ise kırılmış. Dağılmış Osmanlı mezarlarını da görünce artık söylenerek bu bölgeyi geride bırakıp, kaleye giden köprüye ilerliyoruz.
Hypokrat ağacı 2400 yıllık ise etraftaki diğer ağaçlarda en az 1000 yıllık. Hiç bu kadar canlı, sık ve gür palmiyeler görmedim. Begonviller, 3 katlı binalardan büyük. Limandaki ağaçların bir tekinin altı, tek başına bir kafe’nin oturma alanını gölge yapmaya yetiyor. Kalenin dibindeki ağaç ise, neredeyse kale duvarını yıkacak.
İnanılmaz coşkunlukta bir flora hakim ki, Kos Town bölgesinin en etkileyici yönü de bu. Adanın diğer yüzlerinde çorak bile denebilecek yerler var.
Kaleye geldiğimizde neyseki hafiften yaklaşan akşamüstü serinliği, deniz kenarında olmanın verdiği esinti ile havayı nefes alınabilir boyuta getiriyor. Kale, adada hüküm süren St.Jean şövalyeleri zamanında, Türk tehdidine karşı adayı savunmak üzere inşaa edilmiş. Bugünkü hali oldukça vasat, fazla bir özelliği yok, restore de edilmemiş, çocukları cezbetmiyor.
Liman bölgesi, güneşin batışı ile hareketleniyor. Turistik bir bölge, yemek alternatifi de çeşitli gibi görününce burada yemeye karar veriyoruz ama, pişmanlık çabuk geliyor. Avrupalı garsonların sevimsizliği kuramı adada da geçerli, halbuki bu sefer masaya bir şey de dökmüyoruz.
Akşam serinlik basınca, Elefterias Meydanı keyifli bir mekana dönüşüyor. Hemen bitişiğindeki Kasouli Meydanı’nda Arkeoloji Müzesi var. Ama daha erken saatte kapanmış tabii.
Meydanlara açılan caddelerdeki alışveriş ağırlıklı olarak, kıyafet ve hediyelik eşya üzerine ama Türkiye’den gelen biri için cazip değil. Elefterias Meydanı’na bakan kilisenin arkasında, otlar ve baharatların satıldığı, yerel ürünler pazarı var ,nispeten daha enteresan.
Pasanikolaki Sokağı’na dalıyoruz. Bodrum barlar sokağının küçük bir modeli. Dükkan sahiplerinin çoğu, Türk yada Türkçe biliyor. Bazıları, Türkiye’den mi geldiğimizi soruyor.
Yolun sonundaki küçük meydan oldukça sevimli, resim gibi ama kartpostallardaki beyazlı mavili, Yunan evleri, sokakları gibi değil. Kos’ta o renklere rastlamış değiliz, hangi ada öyle acaba diye düşünmeden edemiyoruz. Sokak müziğini de duyunca burada yemediğimiz için iyice pişman oluyoruz.
Bodrum barlar sokağını gezerken Çaka nasıl huysuzluk yapıyorsa, dönerken, aynı huysuzluğu burada da yapıyor. Çocuk ritmi bu kadar mı kuralcı, kalabalık sevmiyorsa, Türk Yunan farketmez, hiçbir yerde sevmiyor.
Elefterias Meydanı’na dönüp, kafeler arasında bulabildiğimiz tek yere oturuyoruz. Yunan kahvesi nasılmış deneyelim dediğimizde, bizim öz be öz Türk kahvesini Yunan kahvesi adı altında getiriyorlar. Limandaki savaş gemisini hatırlayıp ,kavga etmeye değmez diyoruz.
Gece otel balkonundan Türkiye’deki ışıklara bakmak değişik bir duygu, yabancı bir ülkeden kendi ülkeni görebilmek. Işıklar neredeyse sayabilecek kadar yakın ama acı verecek kadar da uzak….