Çocukla Geziyorum

MERSİN – 2.gün CENNET CEHENNEM

19 Ağustos Pazar 2012

Sıcak deniz, soğuk havuz ile başladığımız bu günü, çocuklara Mersin’e gelip özellikle görülmesi gereken önemli bazı yerleri göstermek üzere planlıyoruz.

Mersin’in tarihi M.Ö. 6300 lerden başlayıp, Selçuklulara ve günümüze kadar uzanıyor. Ama şehrin önemli ziyaret noktaları Hıristiyanlık dönemine ait. Bölgede yapılan kazılardan elde edilen bulgular, Adana Arkeoloji Müzesi ve Mersin Müzesi’nde sergileniyor.

Mersin’in köy olmaktan çıkıp gelişmesi,  bir Türkmen aşiretinin buraya göç edip yerleşmesi ile başlamış ve Mersin, adını da bu Türkmen aşiretinden almış.Tarihi ve turistik açıdan görülmesi gereken en önemli yerler ; Alahan Manastırı ( Mut ), Kızkalesi, Kanlıdivane, Viranşehir, Tarsus, Silifke , Narlıkuyu, Cennet-Cehennem mağaraları ve Eshab-ı Kehf ( Yedi Uyurlar ).

Biz bugün, Silifke tarafına giderek, adı ile, çocukların oldukça ilgisini çekmiş olan, Cennet-Cehennem mağaralarına inmek istiyoruz. Mersin’den Antalya yönüne doğru gidince, Cennet-Cehennem mağaraları, Erdemli ilçesinde, Narlıkuyu koyunun hemen yukarısında yer alıyor.

Mezitli’den sonra, Kargıpınarı ve Arpaçbahşiş mevkilerinde, yüksek katları, devasa kütleleri ile sahil siteleri devam ediyor. Denize neredeyse sıfır yapılmış bu sitelere korku ile bakıyoruz. Zemini suya veya kuma oturan, tünel kalıp olmayan, kolon-kiriş sistemi ile yapılmış bu derece yüksek katlı binalar, bize göre, bile bile intihardan başka bir şey değil. En ufak bir depremde akıbetleri meçhul. Hiçbirşey olmasa bile, duvarsı yapıları ile dağlar ve deniz arasında olması gereken hava akımını keserek, zaten çekilmez olan sıcaklıkta bir nebze nefes alabilme imkanını da önlüyorlar.

Erdemli sınırları itibarı ile büyük bir ilçe ama, merkezi Mezitli kadar gelişmiş değil henüz, daha sayfiye havası hakim. Limonlu’dan, Kumkuyu ve Ayaş mevkiine kadar olan bölge ise, fazla siteleşmemiş ve bütün araziyi arkada Toros’lara kadar seralar doldurmuş. Artık hangi mevsimde gerçeğini yediğimizi hatırlayamadığımız sebze ve meyvelerin önemli bir kısmı, bu seralarda yetiştiriliyor olmalı.

Kumkuyu mevkiinde de bir marina yapıldığını ve onunda bomboş olduğunu görüyoruz.

Yaklaşık bir 45-50 dakika sonrasında Kızkalesi, denizin ortasında kibarca kendini belli ediyor. Kaleyi geçer geçmez, Narlıkuyu ve Cennet-Cehennem okunu görerek sapıyoruz.

Cennet cehennem mağaraları, doğal yollarla oluşmuş obruklar. Bu tür çöküntülere bölgede sıklıkla rastlanıyor ve antik dönemdeki ismi ile, Korykos mağaraları olarak adlandırılıyorlar. 250 mt. uzunluğunda, 110 mt. genişliğinde ve 70 mt. derinliğindeki Cennet çukuru, bir yeraltı deresinin yol açtığı kimyasal erozyondan dolayı tavanın çökmesi sonucu oluşmuş.

75mt.kuzeyinde yer alan Cehennem çukurunun oluşumu da aynı şekilde. Daha küçük, 128 mt. derinlikte bir çukur. Kenarları iç bükey olduğu için, içine inilmiyor, sadece yukarıdan bakıyor ve yeteri kadar ürküyorsunuz. Dibi rahatça görülebildiği halde, yeterli ışık almayan yüzeylerindeki yosunlaşma, kara-koyu irkiltici bir etki yapıyor ve cehennem adının üzerinizde çağrıştırdığı psikolojik baskı sonucu, inmemenin, hatta fazla bakmamanın yerinde olduğuna kanaat getiriyorsunuz.

Yunan mitolojisinde, cehennem çukuru için, Zeus’un, alev yutan ejderha başlı Typhon’u bir süre buraya hapsettiği anlatılıyor.

Geri dönüp, çıkanların kanter içinde nefes nefese,  inmeyin uyarılarına aldırmadan, Cennet çukurunun,  çoğu antik 452 basamağını inmeye başlıyoruz. İnsanın hayatta bir kere ineceği ama, bizim çocukların hatırına,  ikinci defa inmeye kalkıştığımız cennet çukurunda, aşağılara doğru ilerledikçe, neyse ki güneşin etkisi kalmayıp ortam tatlı bir serinliğe kavuşuyor. Yukarıdaki, Mersin’in cehennem sıcağından sonra, aşağısının bu hoş serinliğinden dolayı cennet adı verilmiş olmalı, diye düşünüyoruz.

Yaklaşık bir 300 basamak sonrasında, mağaranın ağzına gelince, küçük bir şapel çıkıyor karşımıza. Giriş kapısı üzerindeki dört satırlık kitabede, bu küçük kilisenin, V.yy.da, Paulus tarafından Meryem Ana’ya ithafen yapıldığı yazıyor.

Kiliseden sonra, mağaranın içlerine kadar inilebiliyor ancak burada, yeraltı sularının ve havadaki nem yoğuşmasının etkileri hissedildiği için, zemin ıslak, balçıksı bir hal alıyor ve kayganlaşıyor. Kayıp düşüp, çamurlanma riskini göze alamayarak geri tırmanışa geçiyoruz. Oldukça yavaş ve uzun uzun dinlenerek çıkmamıza rağmen, yükseldikçe artan nem  ve sıcak yüzünden, yukarıdaki kafeteryaya ulaştığımızda, denizden çıkmış gibi görünüyoruz. El yüz yıkamak, ayran, su, çay ve portakal suyunu aynı anda içmek, üstüne de dondurma yemek, hiçbir şekilde fayda etmiyor, terlemeyi uzun süre durduramadığımız gibi, kaybettiğimiz su ve tuzu da telafi etmekte zorlanıyoruz. İnsanın durmaksızın bir şeyler içtiği halde içerken dahi kendini hala susuz hissetmesi, ancak bu boyuttaki bir su kaybında yaşanabilir olmalı.

Çektiğimiz bu çileyi kendimize yeterli görmediğimiz için, arabalara binip 300 mt.kadar yukarıdaki astım mağarasına da gidiyoruz. Burası daha tepede ve çok güzel bir manzaraya sahip. Hala sıvı ihtiyacında olduğumuzdan bir müddet serinde oturup, uzaklardaki Kızkalesini ve Cennet Cehennem mağaralarının girişinde de tartışmasız yer aldığı gibi, burada da bulunan turizm elçimiz deveye binenleri seyrediyoruz. ( taktım bu deve meselesine galiba )Burada, sistem daha gelişmiş ve  kendilerini aşarak birde eşek ilave etmişler deve grubuna. Deveye binenleri seyrederken, eşeğin anırmasını da dinlemek, ayrı bir boyut katıyor manzaraya.

Astım mağarasına, dönen dik bir merdiven ile iniliyor. Birbirine bağlı, yeraltı sularının açtığı galeriler boyunca oluşmuş sarkıt ve dikitler, görülmesi gereken bir doğa oluşumu. Mağaranın astım hastalarına iyi geldiği düşünüldüğünden böyle adlandırılmış ama, aslında solunan hava son derece nemli ve küflü.

Dev bir mağaranın içinde, bir sanat sergisi geziyor gibi doğaçlama bir yaratımı inceliyorsunuz. Binlerce yılda damla damla oluşmuş bir başyapıt.

Gözün gördüğünden ayrılması zor olsa da, gönül, yerin altında, binlerce ton toprağın içinde olduğumuzu bildiğinden, fazla uzun dolaşmak istemiyoruz. Neyse ki buranın çıkışı, su kaybından ziyade bacak ağrılarına katkı yapıyor sadece.

Mağaraların bulunduğu bölgeden aşağı, deniz kenarına, Narlıkuyu’ya iniyoruz. Narlıkuyu, bölgedeki pek çok koydan biri ama, burayı özel yapan deniz altındaki su kaynaklarından gelen soğuk ve tatlı su. Yani elinizi daldırsanız içebilirsiniz. Bu koya yapılan ziyaretlerin amacı da, genelde denize girmek için değil, etrafına sıralanmış balıkçılarda balık ziyafeti çekmek için oluyor. Yapılaşmanın fazla olmadığı Narlıkuyu merkezindeki Mozaik Müzesi’nde, bölgeden çıkarılmış ‘’Üç Güzeller’’ mozaiği görülebiliyor.

Antalya yönüne doğru devam edilirse, kısa mesafede Silifke ilçesi var. Silifke’nin,  görülecek çok sayıda yeri  ilgi çekici olsa da, Silifkeyi bir başka gezi planına erteleyip, Kızkalesi’ne doğru geri dönüyoruz. Amacımız park edip, motorlarla Kızkalesi’ne çıkmak ama, ne mümkün. Mersin’in bu en popüler tatil beldesinde iğne atsan yere düşmüyor.

Kumsallar hınca hınç dolu olduğu gibi, denizin içi de aynı şekilde adam kaynıyor, adeta bir Çin şehri . Bu kalabalığı oluşturanlar genelde günübirlik gelenler. Etrafa göz attığınızda, dikkate değer yıldız sayısına sahip bir-iki otel dışında gördüklerimiz, genelde küçük motel ve pansiyonlar.

Kızkalesi, bulunduğumuz mevkiiye verilen ad. Bölgedeki yerleşim M.Ö.4yy.a kadar uzanıyor. Roma, Bizans, Selçuk, Osmanlı, zaman içinde egemenlik sürmüş. Bu nedenle Kilikya adı verilen sahil boyunca, kaleler, hanlar, kiliseler, sarnıçlar, su kemerleri, kaya mezarları, lahitler, taş döşeli yollar yani, tarihin tanıkları bolca her yerde var ama, bu tarihi gün yüzüne çıkaran, yeteri kadar ilgi gösteren var mı deseniz, işte o pek yok gibi. Sadece lafta, yazıda, internet sitelerinde.

Kızkalesi’nin adını aldığı kale, denizin 200 mt. içerisinde. Cem Sultan, 1482’de Rodos’a gitmeden önce bir müddet burada kalmış. Savunma hattını güçlendirmek için, karşısına da kara kalesi yapılmış. İçinde, plaj kabini gibi kullananlar ve piknik yapanlar olduğunu görüyoruz.

İnsan gürühu karşısında, ortada kalıp bir şey yapamayınca, bir iki resim çekip, mecburen Mersin’e geri dönüyoruz.

Bu bölgede yoğun bir tarihsel birikim bulunuyor, deniz alabildiğine, sezon her daim sıcak ve uzun, yeme içme deseniz istemediğiniz kadar bol bereketli ama turizm, hala kapıda deve ile karşılama seviyesinde. Tarihi ören yerleri, sadece bir bilet gişesine sahip. Pek çok değer ile ilgili bir çalışma, restorasyon görülmüyor. Marina yapmak iyi bir başlangıç olabilir ama, Mersin, sahip olduğu değerlerle ‘’cruise’’ turlarını ağırlayacak potansiyelde iken, gördüğümüz sadece yerli günübirlik turist. Artısı için bir çaba da, heves de yok gibi. Kültür Bakanlığı’nın Mersin‘i bir bütün olarak teferruatlıca ele alması gerekir diye düşünüyorum.

Dönünce Mezitli’de, bahçe içinde, Çardak Restoran’da, güzel bir mangal keyfine kendimizi atıyoruz ve hala su içiyoruz, ne bitmez bir susuzluk bu….

mersin-1-gun-sehir-merkezi

mersin-3-gun-tarsus-eshab-i-kehf

kizkalesi-turkiye-mersin

 

 

Paylaşın: