28 Nisan 2014 Pazartesi
Birecik, Balıklıgöl, Göbeklitepe
Gaziantep’e yaptığımız aile ziyaretlerini Güneydoğu Anadolu’yu gezmek için bir vesile olarak görüyoruz ve günübirlik bir Urfa gezisi planlıyoruz. Şanlıurfa, Gaziantep’e karayolu ile 1,5 saat yakınlıkta bir şehir. Bu nedenle, 10 ve 15 yıl kadar önce birer kez giderek çeşitli vesileler ile Balıklıgöl’ü ziyaret etmiştik. Ama bu sefer amacımız özellikle Göbeklitepe’ye gitmek çünkü şimdiye kadar bildiğimiz insanlık tarihinin tamamen başka bir yüzü olabileceğini ispat ederek, ben dahil tüm ilgilenenleri ve bilim dünyasını hayli heyecanlandıran bir arkeolojik keşif alanı burası.
Şanlıurfa’ya gitmek için, Mersin-Mardin arasında uzanan bir Güneydoğu Anadolu otobanı bulunuyor ama biz normal karayolunu kullanıyoruz. Şanlıurfa’da ve Gaziantep’te havaalanları da var. Gaziantep’in sanayi bölgelerinden geçerek doğuya doğru ilerliyoruz ve yaklaşık 60 km sonrasında Fırat Nehri kıyısına, Şanlıurfa’nın Birecik ilçesine geliyoruz.
Birecik
Eski karayolu üzerindeki Mirkelam tesisleri bu bölge için döneminde önemli bir yere sahipti şimdi görüyorum ki pek çok duraklama noktası açıldığı gibi Birecik’in Fırat kıyıları da bir kordon boyu havasında parklarla ve kafeteryalarla süslenmiş, yeşillenmiş, Birecik’in beyaz-sarı tozlu rengi arasında bir parlaklık oluşturmuş.
Birecik kıyıları, yolun geldiğimiz Gaziantep yönünün aksine kayalık, sarı beyaz bir kireçtaşı karışımı olmalı bu. Fırat yıllarca akarak kendi çizdiği yolda bu noktada sarp yamaçlar oluşturmuş. Ve bu yamaçlar binlerce yıldır, nesli önemli ölçüde tükenme tehlikesi altındaki kelaynak kuşlarının yuvası. Afrika’dan geldikleri göç yolunda Birecik kıyılarında dinleniyor ve yuva yaparak çoğalıyorlar.
On yıl kadar önce geldiğimizde kuşları uzaktan gördüğümü hatırlıyorum ama şu an mevsimi değil herhalde ki hiç kuş yok. 1977 yılında Orman Genel Müdürlüğü tarafından kurulan ‘’Kelaynak Üretme ve Koruma İstasyonu’nda koruma altında çoğaltılıyorlarmış. Uzun ucu kıvrık, sivri kırmızı gagaları, gerçekten kelmiş gibi görünen tepelerindeki tel tel tüyleri, bölgeden gelen geçen kavimlerin binlerce yıllık tarihini yüzlerinde taşırmışçasına sarkmış yanakları ve yaşanan savaşların tozunda kızgın görünen ifadeleri ile pek de sevimli olmayan kelaynak kuşlarını sevdiğimi söylemek zor ama binlerce yıldır yaşadıkları topraklarda yok oluyor olmaları da sanki tarihi öldürüyormuşuz gibi endişe yaratıyor.
1956’da yapıldığında o dönem Türkiye’sinin en uzun köprülerinden biri olan Fırat üzerindeki Birecik köprüsünden geçiyoruz. Fırat mevsim itibarı ile durgun ve sakince akıyor. Sularının maviliği Birecik’in tozlu beyazlığında silik kalıyor. Yıllardır Antep’te Fırat için anlatılan anekdotu’da yazmadan edemeyeceğim.
Çok eskiden Türkiye’ye Alman mühendisler gelmiş ve Fırat’ı görünce şaşırmışlar. ‘’Fırat böyle akar, Türkler böyle bakar’’ diye bir laf edilmiş ve o gün bugündür bu anekdot, Atatürk Barajı nihayet yapılmış olsa da her fırsatta söylenerek aslında Türklerin elindeki nimetlerden yararlanmak için ne kadar geç kaldıklarını anlatmak adına tekrarlanıp duruyor. Dünyanın üçüncü, Türkiye’nin en büyük barajı olan Atatürk barajını geçen sene çocuklar ile ziyaret etmiştik ve sulama kanallarını da yer yer görerek , Urfalı dostlarımızdan bölgedeki tarıma ne derece önemli katkıda bulunduğunu yılda 1 kez ürün alınan Harran ovasından artık yılda 2-3 kez ürün alınabildiğini dinlemiştik.
Urfa
Tam 80 kilometre sonra Urfa merkeze geliyoruz. Kurtuluş Savaşında gösterdiği başarının hatırasından dolayı 1984 yılından sonra Şanlı unvanını almış bir sınır şehri burası. 1919 yılında, önce İngilizlerin daha sonra Fransızların işgaline uğrayan Urfa, 11 Nisan 1920’de Urfalı milisler tarafından işgalden kurtarılmış.
On yıl öncesinden hatırladığım Urfa görünce beni şaşırtıyor. Bir tozlu ana cadde iken alt-üst geçitler, alışveriş merkezleri, modern mimarileri ile öne çıkan sosyal tesisler ve beş yıldızlı oteller ile bezenmiş.
Urfa’nın günümüz şehri, sarı kesme taşlı tarihi arasından göz alarak parlamaya başlamış olsa da görkemi yine de geçmişinde yatıyor. Urfa ve civarı, Cilalı Taş Devri’nden beri yerleşim olan alanlar. Göbeklitepe Höyüğü, MÖ 11000 yıllarında kullanılan Dünya’nın bilinen en eski mabetinin bulunduğu yer olarak tarihlendi ve bilinen en eski insan yerleşim alanlarının listesini alt üst etti.
Bugünkü Balıklıgöl’ün kuzeyinde yapılan bir keşif sonucu, Urfa kent merkezi tarihinin MÖ. 9500’e Çanak-Çömleksiz Neolitik Döneme kadar uzandığı görülmüş. 11.500 yıllık tarihi süreç içerisinde Ebla, Akkad, Sümer, Babil, Hitit, Hurri-Mitanni, Arami, Asur, Pers, Makedon (Hellenistik Dönem), Roma, Bizans gibi uygarlıkların egemenlikleri altında yaşamış.
İlkel dinlerin dünyada bilinen en eski merkezi Şanlıurfa, çok tanrılı dinler ile tek tanrılı dinlerin de önemli merkezlerinden biri. Assur ve Babil dönemlerinde; Ay, güneş ve gezegenlerin kutsal sayıldığı bir din olan Paganizm’in baştanrısı “Sin”in mabedi Harran’da bulunuyor ve Soğmatar bu dinin önemli bir merkezi şehri sayılıyor.
Tek tanrılı dinlerde de Urfa, Kur’an, İncil ve Eski ahit/Tevrat’ta geçen Musevi, Hıristiyan ve İslâm dinleri peygamberlerinin atası olan İbrahim peygamberin, doğum yeri olarak kabul ediliyor ve anısına Camii bulunuyor. Ayrıca Peygamber Eyüp’ün de (İncil ve Eski ahitte Job) doğum yeri olarak kabul edildiği için lakabı ‘’Peygamberler Şehri ‘’. Bölgeden çıkarılan tüm bulgular aynı zamanda 74.000 parça eser ile Türkiye’nin beşinci büyük müzesi sayılan Şanlıurfa Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor. Ancak bu müzenin önemi sergilediği eserlerin sayısından ziyade buluntuların tarihi ve kültürel özelliklerinden kaynaklanıyor. Çünkü 11.500 yıllık buluntular şimdilik dünyada hiçbir yerde yok.
Balıklıgöl
Önce Balıklıgöl’ü ( Halil-ür Rahman Gölü ) ziyaret ediyoruz. Arabayı bırakmak için çok geniş bir otopark yapılmış olmasına rağmen nedense tüm Anadolu halkı gibi Urfa’dakilerin de araçlarını otoparka değil otoparka giden yol boyunca park etmeyi tercih ettiklerini görüyoruz. Otoparktan çıkınca göle giden bahçeyi tepeden görmüş oluyorsunuz ki yapılan düzenleme ve itinalı bahçe bakımını şöyle bir seyretmeden gidemiyorsunuz. Özellikle sarı kesme taştan yapılmış kemerli revaklardan geçilerek ulaşılan Balıklıgöl girişindeki kırmızı güllerin, çevrenin solgun renklerine ve Hz.İbrahim Peygamberin hikayesine çok yakıştığını fark ediyorsunuz.
Rivayete göre M.Ö. 4000 yılında Urfa’da yaşayan Nemrut Bin Ken’an, kendi ilahlığını reddeden ve ailesinin taptığı putları kıran Hz.İbrahim’in ateşe atılmasına karar vermiş. Kalenin üzerinden macınıkla aşağıda yakılan ateşe fırlatılan Hz.İbrahim in düştüğü yerde ateşler suya, odunlar ise balığa dönüşmüş. Binlerce yıldır dilden dile anlatılarak bugüne gelen bu efsane sonucu, Balıklıgöl’de yaşayan balıkların yenmesi ve avlanması yasaklanarak korunuyor. Hz.İbrahim’in düştüğü varsayılan noktada bir küçük camii bulunuyor ve içine girerek ibadet edebiliyorsunuz.
Hz. İbrahim’in, kalenin eteklerinde yer alan Mevlid-i Halil Cami avlusunun güneyinde bulunan mağarada doğduğu rivayet ediliyor ve bu mağarada ziyarete açık. Rivayete göre devrin hükümdarı Nemrut, bir rüya görüyor ve rüyasında gördüklerini müneccimlerine anlatıyor. Müneccimlerin “Bu yıl doğacak bir çocuk senin saltanatına son verecektir” demesi üzerine Nemrut, halkına emir salarak o yıl doğacak bütün erkek çocukların öldürülmesini istiyor.
Sarayın putçusu Azer’in hanımı bu mağarada gizlice İbrahim’i dünyaya getiriyor ve İbrahim 7 yaşına kadar bu mağarada yaşıyor. Yani Nemrut, doğduğunda öldüremediği Hz.İbrahim’i bir şeklide daha sonra öldürüyor ama Hz.İbrahim’in inancı kehaneti gerçekleştirerek putlara ve Nemrut’un egemenliğine son vermiş oluyor.
Aynı şekilde, kısa bir mesafe uzaklıkta bulunan, Hz.Eyyüb’un çile çektiği ve şifa bulduğu mağarada ziyaret edilebiliyor. Hz. Eyyüp peygamberin, M.Ö. 2100 yılında Suriye’de Şam ile Ramla arasında, üst diyarı denilen ülkenin Desniye köyünde dünyaya geldiği rivayet edilmekte. Cüzzam hastalığına tutulan Eyyüp Peygamber, Rahime adlı karısı ile mağarada çile çekmeye devam ederek Allah’a ibadetten vazgeçmiyor ve sonunda, Eyyüp Peygamber Allah tarafından belirtilen şifalı su ile yıkanarak iyileşiyor, hanımı ile kendisine mal ve evlat ihsan edilerek daha sonra uzun müddet yaşıyorlar.
Balıklıgöl’ü ve camilerini gezdiğimiz süre, ışıltılı mintanları ile yerel halktan dua etmeye gelen hanımlar ve elinde fotoğraf makinaları ile yerli yabancı turistler görülüyor kalabalık arasında. Birde esmer tenleri, yanık sesleri ile yanınıza sokulup bilgi vermek isteyen çocuklar. Önce ”abi anlatayım mı ?” diye ilgi çekmeye çalışıyorlar, istemezseniz o zaman da ”şarkı söyliiim mi ? ” sorusu geliyor. Hz.İbrahim’den şarkıcı İbrahim’e atlayan bir süreç.
Göbeklitepe
Balıklıgöl’ün ruhani boyutundan sonra biraz daha mistik gizem taşıyan bir noktaya doğru ilerliyoruz ve Mardin yoluna çıkarak şehir merkezinden 10 km. sonra Örencik köyüne sapıyoruz. Yol kavşağında Göbeklitepe’den çıkan sütunların benzeri heykeller konularak bir çeşit uyarı yapılmaya çalışılmış ama açıkça kocaman bir levha konsa daha etkili olurmuş, fark etmek biraz zor olabiliyor ve on bir bin yıl önceki aletsiz insanlar günümüz ustalarından daha mı becerikli imiş sorusunu akla getiriyor.
Bir 10 km. kadar daha yoldan uzaklaşıp içerilere giriyoruz ve hafif bir tepeyi çıkmaya başlıyoruz. Kuş uçmaz kervan geçmez gibi görünen bir boşlukta en yüksek tepede küçük bir kazı alanı ve mütevazi tel çitler ile çevrelenmiş bir bölge çıkıyor karşımıza. Üstü kapatılmış kazı alanında, ne bir kapı, ne bir dükkan, ne bir koruma, ne bir özen, ne bir ihtimam, ne bir otopark, ne bir bilet parası alan, nede bir bilgi veren var.
Dünya insanlık tarihini, dünya arkeoloji literatürünü alt üst eden bu küçük ama önemi büyük kazı alanında şansımıza, Urfanın tek sanat tarihi profesörü bir hocayı, bir grup öğrenciye Göbeklitepe’yi anlatırken yakalıyoruz.
Atatürk barajı yapılırken bölgedeki tüm buluntuların mümkün olduğu kadar kurtarılması istenmiş ve baraj havzasında M.Ö. 8000 tarihli aynı şekilde bir alan bulunmuş. Arkeologlar mutlaka bunun benzerinin civarda olabileceğini söyleyince araştırmalar başlamış. Bugün Göbeklitepe’nin bulunduğu bölgede yüzeye çok yakın sayısız Neoliteik dönem aletleri bulununca yapılan araştırmalar bir makale olarak yayınlanmış ve Alman Arkeoloji Enstitüsü konu ile ilgilenince kazılar başlamış. Yaklaşık 17 yıldır Prof. Dr. Klaus Schmidt önderliğinde Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın izni ile kazılar yürütülüyor.
Dünyanın en eski tapınakları arasında, Göbeklitepe M.Ö. 12.000-10.000, Hypogeum Tapınağı; Malta, M.Ö. 3.600, Stonehenge İngiltere, M.Ö. 2.500, Knossos Saray Tapınağı; Girit, M.Ö. 1.700 ve Luksor Tapınağı; Mısır, M.Ö. 1.400 olarak düşünüldüğünde Göbeklitepe’nin insanlık tarihindeki önemi ortaya daha net çıkıyor.
Yapılan georider ölçmelerinde bölgede 20 kadar yuvarlak formlu tapınak buluntusunun olduğu tespit edilmiş ve 17 yılda ancak bugün görebildiğimiz dört tanesi açığa çıkarılmış. Daha en az 40-50 yıllık bir kazı süreci ile tamamının açığa çıkarılabileceğini söylüyor hoca. Şanlıurfa’nın sınırları içerisinde Göbeklitepe ile aynı dönem yerleşimleri arasında yer alan Karahantepe, Sefertepe ve Hamzantepe gibi tarihi öneme sahip alanların bulunduğuna değiniyor ve Diyarbakır – Batman arasındaki buradan 200 km. uzakta Kortiktepe ören yerinin de günümüzden 12 bin yıl öncesine ait yerleşim merkezlerinden biri olduğunu ancak söz konusu bölgede, Göbeklitepe gibi anıtsal tapınakların bulunmadığını ifade ediyor.
Kazı çalışmalarında şimdiye kadar Neolitik döneme ait yabani hayvan figürlü ”T” biçimli dikili taşlar, 8-30 metre çapında dairesel ve dikdörtgen şekilli dünyanın en eski tapınak kalıntıları, çok sayıda yabani hayvan figürü, insan heykeli, dikili taşlar ve yaklaşık 12 bin yıl öncesine ait olduğu belirtilen 65 santimetre uzunluğunda insan heykeli gibi tarihi eserler bulunmuş. Dünyanın en eski ”tapınak merkezi” olduğu belirtilen Göbeklitepe, bir süre önce UNESCO Dünya Mirası Geçici Listesi’ne alınmış.
Göbeklitepe’yi ilginç yapan, yerleşik düzene geçmediği sanılan insanların ayı zaman ve amaçla bir araya gelerek böyle devasa denebilecek bir mimari ortaya koyabilmiş olmaları. Ortadaki T şeklinde karşılıklı yerleştirilmiş sütunlar 15 ton yekpare taş ve tekerlek ile metal alet olmayan bir dönemde nasıl bu derece düz kesildiği ve nasıl taşındığı bir muamma.
Civarda çok sayıda hayvan ve yabanıl buğday kalıntıları bulunmasına rağmen toplu bir mezar alanına rastlanmamış buda ölülerin yırtıcı kuşlar tarafından yenmeye bırakıldığı Neolitik dönem adetlerine işaret ediyor. Bulunan kare formlu bir yapıda ise doğum yapan bir kadın figürünün olması da bu odacığın, tarihin ilk doğum hanesi mi sorusunu akla getiriyor. Orta sütunlardaki insan figürlerinin örtülü olması da buluntuların en şaşırtıcı yönlerinden biri. Burayı yapan insanların utanma duygularının olduğunu, bir toplumsal düzenlerinin bulunduğunu gösteriyor yani sanıldığı kadar vahşi değil hatta medeniler.
Yapıları incelediğinizde gerçekten mimarlık tarihinin başlangıcı olarak kabul edilebilir bir oluşum söz konusu. Eşit eksenli daireler arasında aynı boydaki sütunlar ve ortadaki bölmede her seferinde insan olarak resmedilmiş iki dikili taş. Bir çeşit dairesel labirenti andırıyor ama orta bölümün içine girilemiyor.
Dikme sütunlar üzerinde çeşitli hayvan figürleri veya kabartmaları var. Özellikle bir tanesinde ise taşın bir yüzünde yılanlar tasvir edilmiş, kıvrımlı hareketleri ile vücutları taşın diğer yüzünde çizilerek bu yüzde vücut hareketleri su olarak ikili bir anlama dönüşmüş ve yanına su kuşları resmedilmiş. Yani bir anlamda ilk tarih öncesi bu grafik tasarım, ince bir zeka ve zevk ürünü olduğunu gösteriyor. İşte Göbekilitepe’yi şaşırtıcı yapan nokta da burada, eski olmasından ziyade niteliğinin eskiliğine oranla yüksek olmasında. Ve tabii böyle tasarımsal tapınaklar yapanların neden kendilerine barınmak için yerleşimler yapmadığı da bir başka soru.
Göbeklitepe’yi yapan insanların nerden gelip nereye gittikleri, neden burayı yaptıktan sonra örterek kapattıkları ve başka yerlere farklı tarihlerde neden tekrar yaptıkları bilinmiyor. Daha yakın döneme tarihlenen Malta ve Stonhenge gibi tapınaksal alanlara baktığınızda ise, tarihleri modern çağa yakın bile olsa daha kaba bir oluşum olduğunu fark ediyorsunuz.
Bir kitap okudum hayatım değişti demiş ya yazar aynı onun gibi benim içinde geçerli bu söz. Maalesef ‘’12.gezegen Marduk’’ kitabını okuduktan sonra çok kişiye şarlatanlık gibi gelen veriler, benim kafamda pek çok soruyu daha mantıklı cevaplarla donattı. Eski Din ve inançların, korkudan ve bilinmezlikten kaynaklandığını düşündüğüm için bu tür alanların ne kadar dinsel amaçlı kullanılmış olurlarsa olsunlar temelinde, altında yatan başka bir mantıklı sebep olabileceğini de düşünüp durdum her zaman ki bu mantıklı sebepte daha medeni uygarlıkların insanları yönlendirmiş olabileceği olasılığı.
Tepelerindeki yuvarlak oyuklara henüz kimsenin bir açıklık getirmediği bu sütunlar ve çemberler silsilesi benim gözümde tapınmadan daha fazlası olarak yer edecek ve her yeni gün bir başka haberi merakla kovalayacağım. Resimlerde görülenlerden fazla bir şeyle karşılaşmadığımız alandan ayrılıyoruz. Mekanın fiziksel şartları ekstra bir bilgi sunmuyor, lafta inanılmaz görülen bir alanın gerçekliğine tanık olmuş oluyorsunuz ve havadaki mistik gizemi solumak konunun heyecanını arttırıyor sadece.
Dönüşte otoban yolunu kullanıyoruz ve yine Birecik’te durarak Kıyı Restoranda bir patlıcan kebap molası veriyoruz. Bu bölgenin patlıcanları mevsiminde yendiğinde çekirdeksiz yapıları ile patlıcan kebap için uygun bir lezzet oluşturuyorlar. Patlıcan kebabın yanında bir şiş de kıyma çekiyorlar ki içine küçük haşhaş taneleri konunca onunda adı oluyor sana haşhaş kebabı. Bölgede hemen hemen her restoranda bulunan humus yine güneydoğu Anadolu’ya gelip yenmesi gereken lezzetlerden ve Urfa’ya özel olarak yine en methedilen tatlı ise künefenin haricinde ‘’şıllık’’. Krebin içine ceviz doldurularak şerbet dökülmesi ile oluşturulan hafif bir tatlı.
Yemek yemek üzere Birecik’e geri dönmeseydik mutlaka zamanı Harran’a ayırmak gerekirdi. Kavurucu sıcak iklim şartları nedeni ile oluşmuş Harran kümbet evleri her zaman turistik bir çekim noktası ama dünyanın ilk üniversitelerinden birinin de Harran’da kurulduğunu bilmek gerek.
Benim önceliğim ise Paganizmin en önemli merkezi sayılan Soğmatar antik şehrindeki Ay ve Güneş tanrılarına adanmış Sin Mabedini görmek olacaktı ki büyük olasılıkla umduğum kadar fazla bir bulgu ile karşılaşmayacak olsam da, kendi inanç sistemimizden çok daha uzun zamanlarda insanların doğru bildiği, uğruna öldüğü inançların varlığına şahit olmak ve geçmişten gelen gizemli bir büyü gibi eski tanrıların toza bulanmış anılarını koklamak heyecanlı olurdu diye düşünüyorum.
Gezip görüp dua edip, karnımızı doyurup, kafamızda binlerce soru ile Antep’in yolunu tutuyoruz….Birde Maraş dondurmasını mı denesek….