Çocukla Geziyorum

BUDAPEŞTE – 2.Gün BUDA

17 Mayıs Cumartesi 2008

Novotel’lerde daha öncede kaldığımda farketmiştim ki, kahvaltıları son derece tatmin edici. Bana hitab eden yönü ise, mutlaka somon füme veya çiğ balık bulunuyor olması. Bunu uzakdoğulu misafirleri için ikram ediyorlar sanırım ama, ben onlar gelene kadar servis tabağının çoğunu bitiriyorum, kusura bakmasınlar.
Budapeşte, Macaristan‘ın başkenti. Budapeşte ,Tuna Nehri‘nin iki yakasındaki Buda ( Budin ) ve Peşte isminde iki ayrı şehirin, 1873 yılında, zincirli köprünün (Szechenyi lancid ) yapılması sonucunda birleşerek tek şehir haline gelmesi ile Budapeşte adını alıyor. Kanuni Sultan Süleyman tarafından ilk olarak 1526’da fethedilen Budin ve Peşte, bir buçuk asırlık bir Türk hakimiyetinden sonra, 1686’da elden çıkıyor.

Budapeşte, Berlin’den sonra Orta Avrupa’nın en büyük ikinci şehri. Tuna’nın batı (sağ )kıyısında, Buda Kalesi’nin çevresindeki  bölgede tarihî semtler yer alıyor. Şehrin iş hayatının merkezi ve kalabalık semtleri ise Tuna’nın doğusundaki (sol ) ovaya açılan düzlükte, yani Peşte ‘de.

Biz, 2.günümüze, Buda tepelerindeki eski şehiri gezmekle başlıyoruz.Kombine biletlerimizi metro istasyonundan alıyoruz ve Tuna kıyısına kadar, bir kaç istasyon içinde olsa metroya binmeyi tercih ediyoruz. Güzel bir sabah serinliğini Tuna esintisi ile birleştirip, buradan haritaların üstünde yazan tramvay hatlarını ve numaralarını inceleyerek, nehrin karşı kıyısında Buda tarafında, fünikülere en yakın durakta iniyoruz.Tramvay ile tepeye çıkmak mümkün, yürüyerek de, ama çocuklar için en cazip olanı füniküler, kaçınılmaz olarak.

Buda tarafındaki şehir, bir tepe üzerine kurulu, Avrupa’nın en etkileyici ortaçağdan kalma yerleşim yerlerinden biri. İki bölüme ayrılmış dar bir plato burası aslında. Güney tarafında, kraliyet sarayı, 15.yy.da, orijinal kalenin bir zamanlar durduğu yerde yapılmış. Kale duvarları halen mevcut. Bugün Ulusal Müze olarak kullanılan Kraliyet Sarayı, dönemin Avrupa sarayları içindeki en görkemlilerinden.

Sarayın bahçesinde gezinip, muhteşem Peşte manzarasının tadını çıkararak, Habsburg’lar döneminin rüya balolarının hayalini kuruyorum. Görkem, ihtişam, asalet.Tepenin kuzey tarafına ilerleyerek, Matyas Kilisesi ve meydanına ulaşıyoruz. Burasının, bölgenin merkezi olduğunu söyleyebiliriz. Kral Matyas, bu kilisede iki kez evlenen, Macaristan ‘ın en popüler ortaçağ krallarından.

Habsburg İmaparatoru I.Franz Joseph de, Macaristan Kralı tacını 1867 yılında bu kilisede, Budapeşte’nin ünlü müzisyeni Franz Liszt tarafından o gün için bestelenen ” Taç Giyme Töreni” müziği eşliğinde giymiş. Osmanlı hakimiyeti ile camiye dönüştürülen kilise, daha sonra Neo-Gotik hatlarla yenilenmiş ve elmas şeklindeki olağandışı çatısı da 19.yy.da oluşturulmuş.

Kilise meydanındaki kalabalık nedir diye bakınırken, ortaçağ geleneksel Macar kıyafetli adamların, bir avcı şahin ile gösteri yaptıklarını görüyoruz. Tehlikeli olabileceğini düşünerek hemen kuşun dibine girmiş olan Çağan’a, yaklaşmamasını ve özellikle de ellemeye çalışmamasını, hele kuyruğuna hiç dokunmamasını ısrarla tembihliyorum.

Meydanın önünde Balıkçılar Burcu uzanıyor. Aslında tamamen 20.yy.da yapılan kuleler, taraçalar ve kemerlerden oluşan Balıkçılar Burcu’nun ismi, 18.yy.da buradaki siperleri savunan balıkçılara ithaf edilmiş. Kafe olarak işletilen kısmında oturup biraz dinleniyor, bir taraftan da, karşı Peşte kıyısındaki Parlamento Binası’nın bu yükseklikten maketmiş hissi veren görüntüsünü izliyoruz. Çocuklar ellerinde Türkiye’den getirdiğim Türk bisküvilerini yerken, hemen yanımızda Show Tv, bir seyahat programı için çekim yapıyor. Dünya mı küçük, biz mi büyük bir milletiz.

Eski şehir sokaklarını gezmek için güç topladıktan sonra, birbirine paralel 2-3 sokaktan oluşan, bu ortaçağ evleri hakkında fikir veren yerleşimi incelemeye başlıyoruz. 2.sokakta çocuklar sıkılıyor. Onlar kilise meydanına dönerek, kalabalıkla oyalanmaya devam ediyorlar. Ben, hemen hemen hepsi ortaçağdan kalmış evlerde, kapı kirişlerini ve pencere pervazlarını koruyup, evleri nasıl özenlice restore ettiklerini görebilmek için hızlıca bütün sokakları geziyorum.

Meydanda bizimkileri bulup, hemen yakındaki Anna Utza’da ( cadde ) , yine ortaçağdan kalma bir yapıda, buranın en eski pastanesine doğru yollanıyoruz. Görünüşleri çok güzel olan vitrinlere saldırıp, gürültü çıkaran Çaka’yı dışarı çıkarmak zorunda kalıyoruz. Avrupalı’lar sakin insanlar ve dar olan mekanlarda yaşıyorlar, fazla ses ve fazla hareket onların ruhsal ve fiziksel olarak kaldıramayacakları bir durum. Malesef, oturup, güzel görünüşlü şeylerden yeme fırsatına cesaret edemiyoruz ve sadece ayaküstü dondurma almakla yetiniyoruz.

Meydanda, duraktaki otobüs dikkatimizi çekiyor, nasılsa kombine biletimiz olduğu için, binip tepeden aşağı, Moskzva Ter’e ( meydan ) iniyoruz ve tekrar geri yukarı çıkıyoruz, böylece hem tepenin arka kapısını görmüş, hemde adı Attila olan bir caddeye gözatarak atalarımız ile gururlanmış oluyoruz.

Füniküler biletini (kombine bilette %50 geçiyor) gidiş-dönüş aldığımız için aynı yolla tekrar aşağı iniyoruz. Gelmişken bir ziyaret edelim dediğimiz GülBaba Türbesi çok yakın, ama türbeye ulaşım yolu biraz karmaşık, dolandırıyor. Gül Baba‘nın, Osmanlı’lar döneminde Budapeşte’ye gülleri getiren bir derviş olduğu söyleniyor. Türbesi, Kanuni tarafından yaptırılmış, Türk Hükümeti’de restore ettirmiş. Saygılarımızı sunup , bir duayı eksik etmiyoruz.

Haritadan tramvay hatları ve numaralarını takip ederek, Octogon Meydanı’na geliyoruz. Burada yiyecek olarak yine fast food restaurantları ağırlıkta, çok fazla cazip seçenek yok, brasseri tarzı yiyecek mekanları azda olsa var . Octogon Meydanı’ndan Hösök Ter’e kadar uzanan bölge, yani Andrassy Utza, Budapeşte’nin şık yüzü.

Bu sefer farklı olsun diye Burger King’e giriyoruz ve et-ekmek sade hamburgeri anlatamadığımız içinde pişman oluyoruz, bizimkilerde sorun yaratmak için yaratıldıklarından, peçete ile sosları silip silip, öyle yiyorlar.

Andrassy Utza boyunca yürüyerek, Hösök Ter’e ( meydan ) geliyoruz. Yol boyunca Budapeşte’nin şimdiye kadar gördüğümüz yüzündeki salaşlık burada hissedilmiyor.

Bu gece Güzel Sanatlar Müzesi‘nde, ( Museum of Fine Arts) ”long night” yani, geceyarısı 12.00 ye kadar açık olma uygulaması var. Gezilerde müze gezmek planlanıyorsa bu tür tarihlere dikkat etmekte fayda var, çünkü gündüz aydınlıkta şehri gezmek, gece ise müze gezmek (haliniz kalırsa) zaman açısından daha kullanışlı.

Müzede, Medici koleksiyonu sergileniyor, çocuğunu kapan koşmuş. Türkiye’de kaç kişi Medici’leri tanır diye düşünüyorum. Müzenin etrafında palyaçolar, akrobatlar, eğlence, curcuna, keyifli bir ortam var. Böyle bir koleksiyonu görmek için yakaladığımız şansı, Çaka’nın bilet kuyruğuna girmemek için kendini yerden yere atması sonucu kaçıyoruz.

Çağan daha üzgün, ben daha sinirliyim.Yapacak bir şey yok, küçük çocukların, hava değişimi ve yoğun tempoda çabuk yorulup huysuz olabileceklerini unutmadan program yapmak gerekiyor. Müzenin cephe aldığı yarım ay şeklinde sütunlu yapı ve ortasında dükmenin olduğu alan ” Kahramnalar Meydanı ”. Osmanlı’yı ilk ve son kez yenilgiye uğratarak adı ‘Török Verö‘ (Türk Döven)’e çıkan Haçlı komutanı Hunyadı Janoş’dan, Melek Gabriel’e (Cebrail) kadar birçok bronz heykel var.

Meydanı şöyle bir turlayıp, kös kös Tuna kıyısına dönerek, bulduğumuz bir İtalyan restaurantında, Buda tepelerindeki Kraliyet Sarayı’nın yavaş yavaş karanlığa bürünen görüntüsünün keyfine varmakla yetinmeye çalışıyoruz.

Türk insanı’nın her halikarda yiyebileceği İtalyan mutfağının ilk kez bu kadar kötü bir uygulaması karşımıza çıkıyor, çocuklar  sade makarnayı dahi yiyemiyorlar. Macar Gulaşı da, asla denenmemesi gerekecek kadar yağlı bir et, patates ve su birlikteliğinden başka birşey değil, ya da iyi yapılan tavsiye edilmiş bir yer bulmak daha akıllı bir çözüm.

Paylaşın: