20 Ağustos Cumartesi 2011
Otel, daha doğrusu tatil köyü, tek kelime ile çok güzel. Bu tarz konaklama seçeneklerinde Türkiye’nin ne derece bolluk ve bereket içinde bir cennet olduğunu daha iyi idrak ediyoruz. Mis gibi bir çam ormanı, yamaç paraşütü yapanların, tepemizde dönen kuşlar gibi göründüğü pırıl pırıl gökyüzü, insana yaşama coşkusu veren ışıl ışıl parıldayan deniz ve yediğiniz önünüzde, yemediğiniz arkanızda, meyvenin sebzenin bolluğu, envai çeşidi, Allahın özendiği bir ülkede yaşadığımızı hiç unutmamak ve unutturmamak gerektiğini hatırlatıyor.
Kıdrak Koyu’nun, yamaçlardan düşen kayalar ile dibi beyaz görünen hareketli denizinin karşı konulmaz çağrısına uyup, biraz da çocuklara su oyunları parkında stres attırdıktan sonra, öğlen sıcağını atlatıp, hala çok sıcak olmasına rağmen, bugünün gezisine başlıyoruz.
Önce, yaklaşık 10-15 senedir gelmediğimiz Fethiye İlçe Merkezi’ni turluyoruz. Bugün artık Muğla İli’nin önemli bir merkezi olan Fethiye, antik dönemde Telmesssos olarak kurulmuş. Yat Limanı’nın yapıldığı tarafta, antik kent merkezine ait kalıntılara ve tüm Likya bölgesinde olduğu gibi Likya kaya mezarlarına rastlanabiliyor. Fethiye ve çevresi kaynaklı, M.Ö. 3.binden başlayarak, Bizans Dönemi sonuna kadar tarihlenen bölgenin buluntuları da, Fethiye Müzesi’nde görülebiliyor.
Fethiye adı ise, Cumhuriyet Döneminde, ilk Türk pilotu Fethi Bey’in anısına ithaf edilmiş. Şehir merkezi, koyun korunaklı kısmında, denize paralel dört cadde boyunca yapılanıyor. Antik Telmessos dönemine ait mezarlara sıklıkla rastlanması, Fethiye’yi özel kılan unsurlardan. Hatta, yol ortasındaki iyi korunmuş bir lahit mezar adeta Fethiye’nin simgesi gibi.
Fethiye’nin kalabalık ilçe merkezine, yoğun bir yapılaşma, trafik ve ticaret hakim. Likya mezarlarının karakteristik özelliği olan üçgen taç kapısı detayının kullanıldığı yapılar korunamamış ve bu karmaşada kaybolup gitmiş.
Yeni şehirleşme, Çalış Plajı boyunca doğu tarafında devam ediyor.4km.lik kumsalın, henüz tamamı turizmden ve sitelerden payını almamış ama koyun ve kumsalın cazibesi bu durumun uzun sürmeyeceğini söylüyor gibi. Çalış Plajı tarafına, üç katlı apart tipi bir yapılanma hakim. Büyük oteller, devasa siteler yok, daha müstakil, daha mütevazi.
Fethiye Belediyesi’ni de tebrik etmek gerektiğini düşünüyoruz. Hem yapılaşma da rant kaygısına düşüp, baskın bir imar uygulamadıkları, çok güzel geniş caddeler açtıkları, hem de yapılaşmayı mümkün olduğunca geri çektirip, sahil boyunda geniş yürüme bandı oluşturarak, herkesin kullanımına açık, düzenli güzel yeşil alanlar yarattıkları için. Belli mesafelerde yapılan dükkan gruplarında tek tip, çevreye uyumlu planladıkları modern yapılar, şık göründükleri gibi, ne arkadaki evleri, ne de sahilde yürüyenleri rahatsız edici nitelikte. Kısa vadede bu yeni sahil boyu, oldukça popüler olacağa benziyor.
Fethiye’nin içinde inmeden, bakımsızca bırakılmış ve otlar bürümüş antik kent amfitiyatrosuna kısa şöyle bir göz atıp, ‘’kaya mezarları’’ işaretli bir oku takip ederek Fethiye merkezinden tepelerine çıkmaya başlıyoruz. Yol ortasında gördüğümüz lahit mezardan sonra başka bir mezara rastlayamıyoruz ama, artık sıcağın etkisi midir nedir, nedense ısrarla devam edip, geri de dönmüyoruz. Fethiye’nin tepeden kuşbakışı manzarası gözden yitince, yine yanlış oka saptık demeye kalmadan, ‘’Kayaköy’’ okunu görerek bari devam edip Kayaköy’e gidelim mantığı neticesinde bir hata daha yapıyoruz.
Google haritalarda, Kaya Caddesi diye görünen bu orman ve tarlaların içinden geçen yol, bir şekilde amacına ulaşıyor ulaşmasına ama, kulağınızı tersten göstermeyi seviyorsanız eğer. Kayaköy’e ulaşmak için kesinlikle tercih edilmesi gereken doğru yol, Fethiye-Ölüdeniz karayolundan Hisarönü‘ne sapmak ve oradaki ( varsa )tabelaları izleyerek ulaşmak.
Bizim gezilerimizde, özellikle Türkiye’de, kulağımızı tersten göstermemiz artık neredeyse bir zorunluluk haline geldiğinden, kaderimize boyun eğip, söylene söylene, dar ve ıssız dağ yollarında ilerlerken, yamacın inişinde, vadinin tam karşısında, bir kartpostal gibi Kayaköy çıkıveriyor karşımıza. Kimsenin yaşamadığı bu hayalet şehrin mimari açıdan özelliği, yaklaşık 2000 evin hiçbirinin birbirinin önünü kesmemesi ve panoramik olarak tam karşıdan bakınca bu özellik, bütün netliği ile görülebiliyor.
Kayaköy, bizim geçmekte olduğumuz Kaya Çukuru denilen ovaya hakim, 65mt. yükseklikteki bir tepenin yamacında, 11.yy. ile 14.yy.da, antik Likya uygarlığının kalıntıları üzerine kurulmuş.20.yy.ın başına kadar zengin bir kent olarak varlığını sürdürmüş.6500 nüfuslu, gelişmiş sosyal yapısı olan köy, 1922 yılında mübadele ile boşaltılmış ancak, buraya gelen Batı Trakyalı Türkler, ovaya yada başka yerlere yerleşmeyi tercih edince 2000 kadar taş ev, okullar, sosyal yapılar, boş kalmış, bugün hayalet şehir olarak turizme hizmet ediyorlar.
Ovayı geçip Kayaköy’e iyice yaklaşıyoruz ve köy içinde rastladığımız tabela, herhangi bir yön göstermediği için yola devam ediyoruz. ( tabeladan, olmayan okun yönüne sapmak gerekiyormuş ) Kısa bir müddet sonra, çoktan ulaşmamız gereken Kayaköy, bir anda gözden kaybolarak, boşuna hayalet şehir denmediğini kanıtlıyor. Gözümüzün önünde 2000 evi ile gördüğümüz, dibine kadar geldiğimiz Kayaköy’ü bulamıyoruz. ( bizde de bir gariplik var galiba )
Artık kaybettiğimiz kesin olarak netleşince, yolda sorduğumuz bir amca, orayı neden aradığımıza bir anlam veremeyerek, deniz istiyorsak ileride bulabileceğimizi söylüyor. Kırmayıp gidelim bari dediğimiz yolda, önce Af Kulesi sapağı çıkıyor önümüze.
Af Kulesi, denize nazır bir yamaca yapılmış küçük bir manastır. Maalesef, orman içi 3km.lik patika bir yol ile ulaşılıyor. Müthiş konumda ve müthiş manzaradaki bu manastırdan deniz seviyesine 40 basamak ile iniliyor.
Biz, araç yolunda, 2000 haneli koca köyü bulamamışken, çocuklar ile orman içi bir patikada, bir küçük manastırı aramaya cesaret edemediğimiz için, Gemile Koyu ve Gemile Adası’na doğru devam ediyoruz.
Oldukça bozuk ve ciddi virajlara sahip orman içi bir yoldan yamaç inerek, sadece bir plaj işletmesi olan, tamamı bakir, Türkiye’nin fazla keşfedilmemiş bir güzelliğine ulaşmayı başarıyoruz. Daha ziyade tekne ile gelinen, çam ve zeytin ağaçları ile çevrili bu küçük kumsal, 1.derece doğal sit alanı.
Bakirliği daha ziyade kara yolu ile ulaşma güçlüğünden kaynaklanan bu güzel kumsalda, deniz yolu ile gelenler unutulmamış ve bir restoran, iskele ve plaj işletmesi yapılmış. Koyun hemen önündeki Gemile Adası’nda, M.S. 5-11.yy.lar arasında yapılmış Bizans dönemine ait bir kilise, şapel ve sivil yapı kalıntıları bulunuyor. Erken Hıristiyanlık döneminde, önemli bir ziyaret merkezi olduğu ve denizler azizi Nikolas’ın burada yaşadığı varsayılıyor.
Yolu zorlu olsa da, bu küçük güzel koyu keşfetmiş olmaktan mutlu oluyoruz. Geri dönüp, daha önce görüp sapmadığımız tabeladan sapınca, nihayet Kayaköy’e de ulaşmayı başarıyoruz ama, bu seferde geldiğimizin ana giriş kapısı değil, kilise tarafındaki ikinci giriş olduğu anlaşılıyor. Birilerinin, Türkiye yön ve bilgi tabelalarına el atmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.
Bedava olan otoparktaki bir ağacın altında, Türk turizminin olmazsa olmazı, bir deve ve yavrusu gölgeleniyor. Hangi turistin ilgisini çektiğini bir türlü anlayamadığım bu deve unsuru, eski dönemlere ait bir kervan yolunda olmadığımıza göre, ne anlatmak için ören yerlerinde Türkiye’nin bir spesiyali gibi lanse edilir anlamak mümkün değil.
Her ne kadar Çaka’nın katır sandığı deveyi tanıması açısından bir faydası olmuş olsa da, kesinlikle yanlış bir imaj ve reklam olduğu tartışmasız. Bu konuya bir engelleme getirilmesi, en azından alakalı alakasız her ören yerinin kapısında karşımıza çıkmaması sağlanmalı.
Gözlemeci-ayrancı havasındaki restoranların arasından geçip, ören yeri giriş bileti alarak ( 5 TL. ) kiliseye çıkıyoruz. Kilise de, evler gibi iyi durumda kalmış. Yamacın alt kısmında kaldığı için ulaşmak kolay kiliseye ama, şehir ve evleri gezmek için, fazla sıcak bir saat seçilmemeli ve ayakkabı olarak da terlik uygun bir tercih değil çünkü, adı üstünde Kayaköy ve yollar taşlı.
Turistler tarafından bayağı bir rağbet gören kilisenin mimari açıdan bir özelliği yok, daha ziyade terk edilmişlik ilgi çekiciliği sağlıyor. Sonuç olarak bu köyde ağır bir dram yaşanmamış, insanlar zorla yerlerinden koparılıp başka yere gitmeye zorlanmış ama, kansız kayıpsız bir şekilde ayrılmışlar. Bu nedenle Kayaköy’ü gezerken üzerinizde dolaşan hava, acı bir çığlığın ağırlığından ziyade, terk etmenin hüznü. Ben, burada yaşamış insanların hayaletlerinin etrafta dolaştıklarına değil, bırakıp gidenlerin ara sıra gelip bir göz attıkları, eski günleri yad ettikleri hissine kapılıyorum. Sokaklara sinen acı değil anılar gibi geliyor, her köşede bir başka sohbet, her ev ile bir başka hayat parçası şekilleniyor sanki.
Kayaköy’ün anılarına veda edip, aynı dağ yollarından Fethiye istikametine değil, bu sefer tabelalara güvenmeyip her yol çatında sorarak Ölüdeniz’e giden yol üzerindeki Hisarönü’ne çıkıyoruz. Hisarönü, vahşi gelişme ve genişlemesi ile beklenmedik bir etki yapıyor. Fethiye’nin Gümbet’i ( Bodrum ) olmuş denilebilir. Yani, yabancı turistin gelip, çok ucuza konaklayabildiği motel ve pansiyonların olduğu, yine çok ucuza sabaha kadar yiyip içip, eğlendiği barların çeşit çeşit olduğu bir karmaşa yumağı. Ucuz işletmeler olmasına değil itirazım. Sorun bu işletmelere getirilmeyen yaptırımların yarattığı görüntü ve ses kirliliğinde.
Karayoluna doğru çıktıkça, havuzlu ve daha sakin görünen moteller, merkezin yarattığı ürküntüyü biraz hafifletiyor. Ölüdeniz vadisi, konumunun elverdiği ölçüde yayılıp, iki yanda sıkıştıran yamaçlar daha fazlasına izin vermeyince, turistik gelişiminin tüm yatak ağırlığını Hisarönü’ne yüklemişler. Denizden uzak konum, burayı Türkiye’nin bir başka ucuz turist cenneti haline getirmiş.
Ölüdeniz’e yaklaşınca, Belcekız Koyu’ndaki diri denizin güzelliği, günün sıcak ve yorgunluğunu hafifletiyor. Tepemizde Babadağ’dan döne döne inen yamaç paraşütleri eşliğinde otelimize dönüyoruz.
Kıdrak Koyu’nda güneş bir başka güzel batıyor, ne diyeyim….
telmessos-efsanesi-turkiye-fethiye
fethiye-3-gun-belcekiz-oludeniz-babadag
fethiye-4-gun-kelebekler-vadisi-dalyan