29 Eylül Pazartesi 2008
Pazartesi işgünü olduğu için, kahvaltıda cam kenarını tek başlarına işgal etmiş kravatlı takım elbiseli tipler ile sadece kapıyı açıp odadan dışarı çıkmış olduğumuz halde kapıya fırlayıp, gürültü yapmayın diyen işadamları türemiş durumda. Zaten asık suratlı olan garsonların suratı daha bir asılıyor, lezzetsiz peynirler de bize daha lezzetsiz gelmeye başlıyor.
Trenlerin saat sistemini gardaki panolardan okumayı öğrenmemiz zaman kazanmamızda biraz daha avantaj sağlıyor. Bir gün önce dönerken, ertesi gün gideceğimiz yerin tren saatlerine bakmak, sabahları gereksiz koşuşturmayı önlüyor.
Bugünkü plan, Leman Gölü’nün İsviçre’nin içlerine doğru ilerleyen karşı kıyıları.
Bağlar, göl ve arkasında dağ manzarası ile seyreden yaklaşık 40 dk.lık bir yolculuktan sonra (expres trene binmemişiz) Montreux‘de iniyoruz. İndiğimiz garda, Chateau de Chillon (www.chateaudechillon.ch) u sorduğumuzda, merdivenlerden aşağı otobüs yoluna inerek 1 numaraya binmemiz gerektiği söyleniyor. 1 numaralı otobüs, Montreux meydanından ve İsviçre’nin ilk casino’su olan görkemli yapı ile sahil boyunca sıralanmış sayfiye tarzı sitelerin önünden geçerek bize, bir sahilboyu turu yaptırıyor ve şatonun tam önünde indiriyor.
Karşılaştığımız öyle şiirsel bir güzellik ki nefeslerin kesilmemesi mümkün değil. Güney Fransa sahillerini andıran Montreux sağımızda, pastoral bir görünüşe sahip yemyeşil kırlar solumuzda, Fransa’nın meşhur Evian sularının çıktığı dağ bütün ihtişamı ile önümüzdeki şatonun fonunda, hafif bir sis perdesinin yarattığı romantizm etkisi ile adeta impresyonist bir manzara tablosunda, nereye bakacağımızı şaşırıyoruz.
Chateau de Chillon, İsviçre şatolarının en ünlülerinden, Chillon kayası üzerine kurulmuş bir ortaçağ şatosu. Sion Piskoposluğu’na ait olan şato, Savoy dükleri zamanında genişletilmiş. Byron‘ın 1816 da yazdığı ”The prisoner of Chillon” (şilyon mahkumu)adlı şiirin kahramanı, İsviçreli tarihçi ve vatansever François Bonivard, 1500’lü yıllarda bu şatonun mahzeninde mahkum olarak kalmış. Kaldığı yerdeki izlerini görmek mümkün, hatta Çağan ısrarla kan izi de gördüğünü iddia ediyor, ona bunun imkansız olduğunu anlatsak da kafasındaki kurguyu pek etkiliyemiyoruz.
Çağan artık elinde planla şatoda gezmenin sistemini kavramış bir yaşta. Girilen her bölüme hangi numaranın verildiğini söylüyor ve sırasıyla odalara bizi o yönlendiriyor, ben de elimdeki açıklamalardan odalar hakkındaki bilgiyi onlara tercüme ediyorum. Özellikle tuvaletli odaların olduğu bölümde biraz oyalanıyoruz çünkü, oturduğunuz delikten aşağı bakınca birkaç metre aşağıda Leman Gölü‘nü görüyor olmak ve o şekilde tuvalet ihtiyacını giderme fikri, Çağan’a çok entersan geliyor. Alaturca tuvaletin bile ne olduğunu bilmeyen bir nesilin, direk kayalara açılmış bir delik üzerinde tuvalet yapılması fikrini dehşet verici bulmaları doğal diye düşünüyorum.
Şato gezimizden sonra, Montreaux sahiline geri dönüyoruz. ”Lolita”nın yazarı Vladimir Nabokov‘un, son günlerini geçirdiği Grand Hotel Suisse’in sunduğu barok göz ziyafeti eşliğinde, bir kafede yemek molası veriyoruz. Gölün kıyısında olmak ve havanın Cenevre‘ye göre farklı sıcaklığı bize Akdeniz sahillerindeymişiz hissi veriyor.
Eritilmiş sıcak peynir içine ekmek parçalarını bir çatalın ucunda batırarak yemeğe çalıştığınız ”fondu’‘ , İsviçre mutfağı denilince ilk akla gelen özel yemeklerden. Denemezsek olmaz diyoruz ve ilk çatalda bize göre olmadığını anlıyoruz. Fondünün sebze ve et parçaları ile yenen versiyonları da var. Tekin ”ben bir daha yemem sakın söyleme ”dediğinden onları deneme şansımız kalmıyor çünkü fondü, en az iki kişilik servis edilen bir yemek.
Çocuk menüsü olan bir restorana rastlayabilirseniz eğer , çocuk menülerinin sonunda mutlaka şekerli, dondurmalı, oyuncaklı bir şeyler veriyorlar, buda çocuklara yemeklerin zor yenilebilir olduğunu unutturuyor.
Yaklaşık 2000m.yükseklikteki Rocher-de-Naye’e çıkmak için saatin geç olduğunu söylüyor gardaki görevli. (bir yerlere çıkmak planlanıyorsa erken saatlerde yapmak ve o günü rahat planlamak gerekiyor çünkü çıkmak ve inmek ciddi zaman alıyor-geç öğreniyoruz ) Yamaç üzerine kurulu Montreux‘nün tarihi şehir bölgesini gezmeyi de başka bir zamana bırakıyoruz çünkü sahilden ayrılmaya bir türlü gönlümüz elvermiyor. Yine otobüse binerek bu sefer şatonun ters istikametine,Vevey‘e doğru gidiyoruz. Göl kenarından yaklaşık 30 dakika süren bu yolculukta, Tekin de, ben de mutlaka bir müddet yaşamamız gereken yerin Vevey olduğuna karar veriyoruz.Eğer bir gün Türkiye’den başka bir yerde yaşamak durumunda kalırsam, ancak Vevey‘in güzelliği bu acıyı unutturabilir diye düşünüyorum. Charlie Chaplin hayatının son 25 yılını burada geçirmekle haklıymış demek ki.
Otobüste yanımızda oturan yaşlı hanım bizi Amerikalı sanıyor ( daha önce genelde İspanyol yada Fransız sanmışlardı ama Amerikalı ?), Türk olduğumuzu öğrenmek onu bayağı şaşırtıyor.
Vevey bu bölgenin, hatta tüm İsviçre‘nin elit kesiminin tercih ettiği bir bölge. Sahil kenarındaki geniş bahçeli evler ulaşılamaz güzellikte. Buna rağmen, göl havasının yaydığı sıcaklık bu görkemi snoblaştırmıyor aksine, tarihi şehir merkezinin samimiyeti size, burada bir ara yaşamışlık hissi veriyor.
Otobüsün son durağından, Mont Pelerin‘e çıkan çekişli trenler kalkıyor. Yokuşun dikliğinin verdiği ürküntüyü atmak için, olağanüstü göl manzarasına ve sağlı sollu uzanan bahçeli mütevazı evlerin sevimliliğine bakıyoruz. Tepede, manzaranın çarpıcılığını iyice hissetmek ve ne yaparız da burada yaşarız planları yapabilmek için cafede biraz oturuyoruz. Bizimle gelen birkaç kişi yürüyerek daha tepeye ulaşmak üzere dik yokuşa tırmanmaya başlıyorlar. Çağan’a, Nestle fabrikasının Vevey‘de olduğunu söylemiş olduğum için bizi hayallerimizle rahat bırakmıyor.
Aşağı inip, hemen karşıdaki Nestle fabrikasının giriş kapısını arıyoruz ama umduğumuz gibi bir satış mağazasının olmaması büyük hayal kırıklığı yaratıyor.
Vevey‘in şehir merkezinde yer alan tren garından trene binerek bir durak sonra Lausanne (Lozan)da iniyoruz. Montreux ve Vevey‘in sayfiye havasından sonra, Lausanne fazla şehirsel geliyor. Etrafımızdaki insanlar, yaşlılar ve turistlerden, çalışanlar ve öğrenciler kalabalığına dönüşüyor.
Garın önünden kalkan otobüslere atlayarak, Ouchy denilen liman bölgesine, göl kıyısına iniyoruz. İniyoruz çünkü, garın bulunduğu alan ile göl kenarı arasında şehrin yerleştiği bölge, oldukça eğimli ve yükseklik farkı bir hayli.
Göl kenarındaki Ouchy, parkları, kafeleri ve otele dönüştürülmüş küçük şatosu ile şehrin en hareketli bölgesi. Saatini kaçırmamış olsak, buradan tekneye binerek de Cenevre‘ye dönmek mümkün.
Lausanne‘da, tarihi şehir merkezi, 13.yy.dan kalma katedral, Lozan tarih müzesi ve Ouchy’de bulunan (kapalıydı)Olimpiyat Müzesi gezmeye değer yerlerden. Düşündüğümüz pek çok şeye yetişemiyor olmakdaki ana neden, İsviçre’de mağazalar, resmi kurumlar, müzeler gibi pek çok yerin 17.00 de hatta bazen 16.00 da kapanıyor olması.
Akşam Cenevre’ye dönünce, yemek yemek için, Marché Croix D’or caddesi üzerindeki Globus alışveriş merkezinin bulunduğu, Place du Molard‘a gidiyoruz. Bu küçük meydancıkta yanyana sıralanmış sevimli restoranlardan, geniş rahat bir mekan görüntüsü vermesi ve içeride çok sayıda çocuklu ailenin bulunması nedeni ile Cafe Molino cazip görünüyor. İtalyan mutfağı, Türk damak tadına en yakın mutfak olması nedeni ile her zaman ailenin her bireyine hitap ediyor.
Yorgunuz, ama en azından doyduğumuz için mutluyuz…