30 Eylül Salı 2008
Kahvaltıda yeni bir aile dikkatimi çekiyor. Anne, baba, bir gençkız ve bir delikanlı. Gençlerin kahvaltıya eşofman ile gelmiş olmalarından Türk olduklarını tahmin ediyorum ve yanılmıyorum.
Pazar bruchlarının pek yaygınlaştığı İstanbul’da, bu brunchlara havalı eşofmanlarla gelmek moda. Aynı modanın yabancı bir ülkede de havalı olacağını da ancak bir Türk sanabilir zaten. Avrupalılar kahvaltı dahil dışarıda yenen yemek konusunda şık ve seçici giyiniyorlar. Kahvaltılara evdeki rahatlığı yansıtayım fikrine kapılmak, bizim gibi şehir içindeki refüjlerde piknik yapıp ortalıkta atletle dolaşmanın kökeninden gelen milletlere mahsus herhalde.
Büyük bir hata yaparak, Çağan’a gideceğimiz yerler hakkında, gitmeden önce bilgi vermek gafletinde bulunuyorum ve bir yaratık müzesi olduğundan bahsediyorum. Çocuklara, sırf onların hoşuna gider düşüncesi ile bile olsa, gidilecek yere gidip, bulup hatta neresi ise içine girmeden kesinlikle bilgi vermemek gerekiyor. Yol boyunca her 15 dakikada bir, tekrar tekrar nasıl gideceğimiz, nasıl bulacağımız ve nasıl bir yer olduğu konusunda ısrarlı sorular soruyor.
Bugünkü rotamız çocuklara hitap eden bir çizgide şekilleniyor. Peynir fabrikası, Cailler çikolata fabrikası ve yaratık müzesinin bulunduğu yer; La Gruyere.
La Gruyere ‘e gitmenin en doğru yolu, Lausanne‘da inip, Palezieux trenine binerek, oradan tekrar aktarma ile Gruyere’de inmek. Montreux üzerinden, Montbovon istikametinde de gidilebiliyor. Ama biz cahilce davranarak, sormak yerine, sadece tren hatlarını gösteren haritadan yorum yapıyoruz ve aklımızca daha kısa olabileceğini düşündüğümüz yolu şeçiyoruz. Lausanne üzerinden, Bern istikametinde, Romont istasyonunda inerek, oradan aktarma ile gitmeyi planlıyoruz.
Cenevre‘den, Lausanne‘a giden yol, bağlar ve göl manzarası arasında o kadar keyifli seyirlikler sunuyor ki aynı yolu tekrar gitmek bize eziyet gelmiyor. Bu arada, çocuklar da treni, binince çikolata ve bisküvi yenilen araç olarak algılamaya başlamış durumdalar çünkü genelde vakit kaybetmemek için yemek veya atıştırmak türü ihtiyaçları trende olduğumuz mecburi zamanlarda yapmaya çalışıyoruz.
Lausanne‘a bir durak kala, tren ağırlaşıyor ve arıza anonsları başlıyor. 5-10 dk. beklendikten sonra, bu hatta sorun olduğunu ve bir aktarma ile Lausanne ‘a gidilebileceğini üzülerek bildiriyorlar, kimseyi ortada bırakmadan, hatayı itiraf edip çözümünü de sunuyorlar sonuçta.
Bizim açımızdan sorun yok, olur böyle şeyler diye düşünüyoruz. Fakat trendeki diğer yolcular nasıl söyleniyor, neredeyse eylem yapacaklar. Topu topu kaybettiğimiz yarım saat bir İstanbul’lu için nedir ki, üstelik adamlar ortada da bırakmıyor.
Düzene alışmak böyle bir şey sanırım, sapmalar yaşayamıyorsun ve tahammül denen kelimeyi unutuyorsun. Tabii hiçbir zaman aksamaların olmadığı saat gibi işleyen İsviçre trenlerinin de bozulmak için bizim binmemizi beklemesi değişik bir tesadüf, yaşadığımız şehrin karmaşık ruhu bir şekilde bulaşıyor mudur nedir.
Lausanne‘dan tekrar binip Romont‘da iniyoruz. Yol boyunca, bağların yerini, Lausanne‘ı geçince, inekler ve çayırlar alıyor. Nasıl çayır bunlar, akıl sır erdirilecek gibi değil. Tepelerdeki ağaçların altına kadar düzenli ve bakımlı çim ekilmiş sanki. Sarılık, kellik, çamur, ot yığını, çöp v.s. gibi göze hoş görünmeyecek aykırı hiçbir şey yok. Sadece ineklerin otlaması ile bu çimlerin bu kadar bakımlı görünmesine ihtimal veremiyoruz, o halde kim kesiyor bu çimleri ?
Romont, Fribourg kantonunda. Bu bölge aslında gurme bölgesi olarak tanınıyor. Ama tren istasyonunda, Bulle‘a giden trenin kalkmasını beklerken, tuvalet anahtarını bilet satış görevlisinden istemek zorunda kaldığımızda, bize biraz ıssız gibi görünüyor. İstasyondaki turistik reklam amaçlı konmuş broşürler arasında İstanbul broşürünün olması ise, bizi hem şaşırtıyor hem mutlu ediyor.
Bulle‘a gidecek olan, İsviçre‘nin hizmete giren ilk trenini, daha doğrusu ilk treninin iki vagonu olduğunu varsaydığımız özellikteki trenini ve binen sayısını (3 kişi) görünce, yanlış yapıyoruz hissi iyice bizi sarıyor. Fakat Bulle‘a kadar geçtiğimiz vadi o kadar yeşil, o kadar huzur verici ki, yanlış da olsa boşveriyoruz ve İsviçre köylerinin güzelliği karşısında sakinleşiyoruz.
Neredeyse her ev için durak olan İsviçre‘de, ulaşamayan insan, ulaşılamayan ev yok gibi. Öyle duraklar görüyoruz ki, sadece ahşap bir platform ve bir bilet makinesi bulunuyor, eğer biri gelip bilet makinesindeki düğmeye basarsa tren duruyor.
Bulle, sevimli küçük bir kasaba. La Gruyere’e giden tren saatinin gelmesini beklerden, kısa bir tur atıyoruz ama burada bulunan Gruyere Müzesi’ni gezmeye vakit olmuyor.
Bir durak sonrası La Gruyere. İstasyonun tam karşısı ise peynir fabrikası. İçeride bir turist grubu var ve Türk olmaları ilahi bir mucize. (nasıl büyük bir milletiz, bir yere gidipte Türk’le karşılaşmadığımız olmadı) Rehbere, Gruyere’in tarihi kasabasına nasıl gideceğimizi sorunca, gözle görülür biçimde afallıyor ve buraya nasıl geldiğimizi soruyor. Trenle dediğimizde (onlar tabiki tur otobüsü ile gelmişler) daha da şaşırıyor ve yürümekten başka yol olmadığını söylüyor.
Zorlu yokuşu, yavaş yavaş çıkıyoruz. Çıktığımıza değiyor. Tepenin üzerine kurulu bu ortaçağ kasabası, çok güzel korunmuş, her köşesinden eşsiz dağ ve kır manzaraları ile muhteşem bir yer.
Gruyere şatosuna doğru ilerleyince, yaratık müzesi kendiliğinden karşımıza çıkıyor, nam-ı diğer HR Giger Museum.(http://www.hrgiger.ch/)
Çaka’nın girmesi sakıncalı bulunuyor, Çağan içinde korkabilir deselerde o, ısrar ederek giriyor.
Korku öğesi içeren resimler, objeler, maketler ve çeşitli sanatsal çalışmalar bir araya toplanmış. Değişik bir konsept olduğu tartışılmaz. Kesinlikle amaç iğrendirmek değil, hepsinin sanatsal derinliği olan ama ürkütmeyi hedefleyen çalışmalar. Başarılı bir müze olduğunu düşünüyorum. Özellikle 3.kat, girişte de uyardıkları üzere bayağı dikkat çekici çalışmalara yer veriyor. Hayatımda ilk kez, sadece siyah lake bir masa ve altı iskemlesinin olduğu boş bir odaya girmekten bu derece ürküyorum ve giremiyorum. Çağan, 3.katta tamamen kopuyor ve panikle dışarı kaçmaya çalışıyor. Korkuyoruz ama ilk kez böyle değişik bir müze görmüş oluyoruz.
Gruyere Şatosu ( Chateau de Gruyere )M.S.1000 yıllarında yapılmış ve uzun yıllar bölgeye hükmetmiş. (www.chateau-gruyeres.ch) Çok iyi restore edilmiş, bazı odaları da dekore edilmiş bu ortaçağ şatosu, şato yaşantısı hakkında fikir verdiği gibi, alt katlarda gösterilen belgesel video gösterisi ile de bölgenin tarihçesi hakkında fikir edinilebiliyor.
Yine alt kattaki satış mağazasında, şövalye ve ejderha figürleri satılıyor ve çocuklar nedense aniden savaşçı figürlerinin koleksiyonunu yapmaya karar veriyorlar.
Kasabadan aşağı inip, tekrar peynir fabrikasına dönüyoruz. Burası meşhur gruyere peynirlerinin yapılışını ve mahzenlerde saklanışını gösteren, aynı zamanda satış mağazası da olan bir peynir üretim yeri. Turistik amaçlı tanıtım turuna başlamadan size, 4 ay, 6 ay ve 10 ay dinlendirilmiş tadımlık gruyere peyniri hediye ediyorlar.(www.lamaisondugruyere.ch) 4 aylık ile 10 aylık peynir arasında ciddi bir tat farkı var. Gruyere peynirini tüm dünya tanırken, kars gravyerini kimsenin bilmemesine üzülüyorum. 10 aylık da olsa, bir yıllık da olsa, kars gravyerinin eline su dökemezler.
Tesisin içinde, bölgenin kokularını veren otların tanıtımından başlayıp, ineklerin nasıl bakılıp beslendiğini, süt üretimini ve peynirin yapım aşamalarını, anlaşılır basitlikte kısa bilgilerle ve çocuklar içinde eğlendirici düzeyde sergiliyorlar. Tonlarca tekerlek peynirin bekletildiği mahzenleri de içine girmeden görebiliyorsunuz. Turistik bir düzenleme de olsa, peynirlerine verdikleri önem, bu tesiste açıkça görülebiliyor.
Trenin geliş saatine kadar cafe kısmında yemek yiyoruz. Bu sefer, yine bir İsviçre spesiyal yemeği olan ”röşti”yi deniyoruz. Patateslerin rendelendikten sonra, içine isteğe bağlı malzemenin ilave edilerek, tavada kızartılması şeklinde yapılan bir yemek. Basit ve bizim damak tadımıza uygun, hatta evde bile denenebilir.
Bu sefer Palezieux üzerinden Lausanne ‘a dönüyoruz ve bu güzergah üzerindeki yerleşimlerin, Gruyere‘deki yüksek okuldan çıkan öğrencilerin yaşadıkları köyler olduklarını görüyoruz.
Akşam Cenevre‘ye dönünce daha önceden adresini aldığım restoranları araştıracak halimiz kalmıyor. Cornavin Meydanı‘ndan, Mont Blanc köprüsüne inen yolun bir kısmı yaya alanı ve burada çeşitli mağazalar ile yemek yenebilecek yerler bulunuyor.
Bu akşam, daha önceden gözümüze çarpan İstanbul Kebab Lokantası‘na giriyoruz. Çok güzel bir döner ve yanında bulgur pilavını mideye indiriyor çocuklar. Hep katı şeyler yemekten içimiz kuruduğundan bizde çorba ve çay takılıyoruz. İnce belli bardakta demleme çay hepsinden iyi geliyor, memleketim gibisi yok.
Geldiğimizden beri, akşamları otele dönmeden önce, bu caddenin başındaki bir büfede keşfettiğimiz Mövenpick dondurmalarından yiyoruz. Yemekten sonra, yine aynı büfede müthiş Mövenpick dondurması üstüne cila oluyor. İsviçrelilerin pek bir bayıldığı Ovomaltine denilen içeceği denemek istiyorum. Bildiğimiz sıcak Nestquick geliyor, belki biraz daha vitaminlisidir, hayal kırıklığı yaratıyor. Ama dondurmalar muhteşem, Haagen Datsz’dan bile daha iyi olduğuna hepimiz hemfikiriz.
Donuyoruz,yine de yiyoruz….
kesik-el-la-main-coupee-isvicre-gruyere