09 Kasım Çarşamba 2011
Sabah stres içinde metro istasyonuna gidip nihayet grevin bittiğini görüyoruz. Rossio tren garının girişindeki ortalığı dumana boğmuş kestaneci de banliyö trenlerinin çalıştığının bir işareti oluyor.
Rossio tren istasyonu sadece Sintra istikameti için kullanılan bir tren garı. Tek bir hat var ve 10 dakikada bir tren kalkıyor, yani önceden bilet almaya da, kaçırmıyayım telaşına da gerek yok. Yaklaşık 37 dakikada tren, son durak olan Sintra’ya ulaşıyor.
Sintra hattı gerçek bir banliyö seferi, Lizbon’un dış mahallelerini ve banliyölerini dolaşıyor. Lizbon’dan uzaklaşmaya başlayınca görüntü değişiyor ve konut kalitesi düşüyor. Özellikle, spor takımı ile ünlü Benfica’yı geçtikten sonra, Queluz denilen bölgede, yüksek katlı toplu konut alanları boy gösteriyor. Trene binenlerde daha ziyade göçmenler ve çalışmaya gidenler. Yanımızda oturan iki zenci kadından yaşlı olanının, bilinçsiz bir süreklilikle konuşarak, karşısındaki arkadaşı inince dahi aynı ton ve tarzda konuşmaya devam etmesi, hepimiz için bir sabah keyfi oluyor.
Sintra’ya yaklaşmaya başladıkça görüntü tekrar değişerek bu sefer konutlar, katlı bloklardan, bahçeli villa tipi yerleşimleri oluşturmaya başlıyorlar ve sosyal seviyede de farklı bir görüntü ortaya çıkıyor.
Sintra’nın bulunduğu noktadan okyanus kıyılarına kadar olan kara parçası, ormanlık vadilerle çevrili, yosun ve eğreltiotlarının yeşermesine elverişli iklimi olan doğal bir park alanı. Palacio Pena’nın içinde yer aldığı bahçe ise, saray ve park olarak 1995’te Unesco Koruma Listesi’ne alınmış. İlk okuduğumda park neden diye düşünmüşken, görünce nedenini anlıyorum.
Sintra ve civarı sahip olduğu doğal güzellikleri, sarayları, müzeleri ve Avrupa karasının en batı ucu olan Cabo de Roca noktası ile kesinlikle çok iyi zaman ayrılması gereken bir bölge. Sintra tren istasyonunda iner inmez, ‘’keşke bir gece burada kalsaydık’’pişmanlığı yaşıyoruz. Ve sonra çocuklarla göz göze gelince bu planı da, ilerde birgün çocukların üniversiteye gidip, dönüp bize bakmayacakları bir zamana erteleme kararı alıyoruz.
Trenden indiğimiz bölge, Sintra’nın Estefania denilen bölgesi, yani burada oturan ve yaşayanların ikamet alanı. Bu bölgede, Sintra’nın eski Casino binasında, Berardo Koleksiyonu’nun küçük bir kısmına ev sahipliği yapan Sintra Museu de Arte Moderna ( Modern Sanatlar Müzesi ) görülebiliyor.
İstasyonun önündeki otobüs durağına yönleniyoruz. 434 numaralı otobüs, bölgede gezilecek her noktadan geçerek inmenizi ve istediğiniz zaman tekrar binerek, yine durağa gelmenizi sağlayan, bir ring sefer hattı.Turist otobüslerinin belediye versiyonu yani.
Burada çok önemli bir püf noktası var. Eğer, Cabo de Roca’ya, Avrupa karasının en batısındaki uç noktasına gitmek istiyorsanız, mutlaka oraya ulaşımı sağlayan 403 numaralı otobüsün saatlerine bakmanız gerekiyor. Yaklaşık 45-50 dakikalık bir mesafe olduğu için 403 numaralı otobüsün sık saatleri yok ve öğleden sonra saatler iyice seyrekleşiyor. Aynı noktaya ve dolayısı ile Sintra’ya, Lizbon merkezi haricinde, Cascais üzerinden de ulaşmak mümkün.
Biz her zamanki gibi heyecanlı, telaşlı ve iki çocuklu bir aile olmanın verdiği coşku ve karmaşa ile bakmadan, 434 numaralı otobüse atlayıveriyoruz. Çılgın otobüs şoförleri kuralı, Sintra’da da işliyor.
Otobüs, önce kısa bir yürüme mesafesindeki tarihi şehir merkezi Sintra-Vila’ya iniyor. Daha sonra, daha da çılgınlaşarak, tırmanıyor, iniyor, biniyor, göz alıcı manzaralar ve muhteşem bir doğa içerisinde dolaşıp duruyor. Otobüsün içinde savrulmamak için can havlinden, gittiği güzergahı takip edemiyoruz. Daracık ve uçurumlu virajları olan dağ yollarına şöförler aşina olabilir ama, bizim gibi turistlerin alışık olmayabileceğini unutmuş görünüyorlar.
İgreja de Santa Maria adlı bir capucin keşiş mezarında ve Castelo dos Mouros ( Moorish Castle ) denilen 9.yy.da yapılmış bir mağrip kalesi harabelerinde de duraklar bulunuyor. Surlarından çok güzel okyanus manzarası görülebilen Mağrip kalesini geçince, Palacio Pena’da iniyoruz. ( Pena Sarayı )
Daha doğrusu indiğimiz durak, Parque Pena, Pena Bahçesi’nin aşağı girişi. Bu koru, Unesco’nun koruma kapsamına aldığı bir doğal alan olsa da insan eli ile yapılmış ilaveler de dikkate değer özelliklere sahip. İster yürüyerek, ister girişteki küçük tren ile gezilebilen park, bir tepeliğin, çeşitli tarihsel figürlerin oluşturduğu bahçelerle, özel bitki türlerinin sergilendiği, bir arboretum’a dönüştürülmesinin oldukça özel bir örneği.
Küçük gölcükler, farklı mimari stillerde çeşmeler, pavilyonlar, mağaralar, şapeller, eserini koruyan bronz kral heykeli ( 1840) ve en tepe noktada gözlem alanı ile 529 m.ye konulmuş büyük bir haç bulunuyor. Geniş bir alana sahip bir koru burası.
Palacio Pena, Pena Sarayı ise, parkın tepe noktasında, kraliyet ailelerinin yazlık ikametgahı olarak bir ortaçağ manastırının üstüne yapılmış. Saray, ( www.parquedesintra.pt ) manulin tarzın alaycı bir kopyası gibi kubbeler, kuleler, mazgallar ve renk karmaşası silsilesine sahip. Kraliçe II.Maria’nın kocası, Saxe-Coburg-Gotha’lı Ferdinand tarafından Alman mimar Baron Eschwege’ye, 1840 da yaptırılmış. İçi, 1940’da Portekizden kaçan kraliyet ailesinin bıraktığı gibi korunmuş.
Enteresanlığı karman çorman görüntüsünde olan Palacio Pena, fazla büyük değil. Kademeli olarak geçilen iki geniş iç avluya sahip. Cephede, tarz ve uslup karmaşası, renk cümbüşü, sarayı benzeri olmayan ve herhangi bir sınıfa sokulmayan bir konuma oturtmuş. Mütevazi bir yazlık saray olan Palacio Pena, konumu ile daha iddialı. Atlas Okyanusu’na ve geniş bir ormana hakim, sonsuz bir manzara ve hakimiyet sözkonusu.
İç dekorasyonda, dış cephelerde olduğu gibi Mağrip etkisi baskın. Kraliçe ve kralın odaları, aile oturma odaları, kraliçenin manzaralı terası, kralın çalışma odası, özellikle dikkat çeken Arab Hall-Arap Salonu, şapel, büyük salon ve mutfak gezilebiliyor.
İçerideki en ilgi çekici figürler, türbanlı Mağribilerin heykelleri tarafından tutulan elektrikli avizeler. Bu heykellerin türbanlarını, Osmanlı kavuklarına da benzettiğimiz için biraz da alınarak çıkıyoruz.
Saraya geldiğimiz küçük tren bizi tekrar aşağı götürüyor.İndiğimiz otobüs durağından bir başka çılgın otobüs şoförünün sürdüğü otobüse binerek, tarihi şehir merkezine geliyoruz. Merkezde, Palacio Nacional ( www.imc.pt )gezilebiliyor. Mevcut halini, Vasco de Gama’nın hamisi Dom Manuel I zamanında almış, ( 1433) görkemli bir gotik-manulin karışımı eski saray. Sintra müzik festivalinin yapıldığı sarayın en belirgin özelliği dış cephede hemen dikkat çeken ve ne olduğu konusunda merak uyandıran iki konik baca ki, mutfak bacaları oluyorlar.
Tarihi şehir civarında, keşiş mezarları ve çok güzel çeşmelerin bulunması, özellikle etrafı yürüyerek gezmeye yönlendiriyor insanı. Zaten doğa ve ortam, yağmur bile olsa o kadar çekici, o kadar huzur verici ki elinizde olmadan bir yerleri dolaşmaya başlıyorsunuz.
Tarihi merkezde bulunan, Museu do Brinquedo ( Oyuncak Müzesi ) ( www.museu-do-brinquedo.pt ) bizimkileri hayli cezbediyor. Birinci kattaki 3000 yıllık eski Mısır taş oyuncakları, PSP’lerle adam öldürmeyi oyun sanan zamane çocuklarının görmesi gereken parçalar. 1930’lardan kama Hornby trenleri ve ilk Alman oyuncak arabaları, oyuncak askerler, sömürgelerden gelen tahta oyuncaklar oldukça ilgi çekiyor.
Merkezdeki antika dükkanları da bizim hoşumuza gidiyor. Küçük bir yamaca sıralanmış ara sokakları ve ana caddeyi biraz dolaşıyoruz. Sintra’ya özgü ‘’Queijadas’’denilen, küçük tartöletler merakımızı cezbediyor ve illaki alıyoruz. Bunlar, altısı bir arada sarılıp satıldığı için krep sandığımız, altı tartölet hamuru, içi bir çeşit hafif helva olan yerel ürünler. Gayet lezzetli ve uzun süre bozulmuyor.
Tarihi merkezin biraz dışında, Palacio da Regaleira bulunuyor. Burası Sintra’nın en süslü yapılarından biri. 19yy.da, zengin bir Brezilya’lı için yapılmış sarayı, merkezin tadını çıkarmak için harcadığımız zaman nedeni ile gezemiyoruz. Ve yine çılgın bir şöförle, ( yaş, tip, ırk fark etmiyor ) üç dakikalık yolu, bir dakikada uçarak katedip, garın önündeki otobüs durağına dönüyoruz.
Garın önündeki otobüs durağından, 435 numaralı otobüs ile Monserrat Sarayı’na da gidilebiliyor. Monserrat, daha farklı bir güzergah ve Sintra’nın iyice dışında kalıyor. Mağribi ve İtalyan tarzı karışımı ile bir Viktoryen Saray olan Monserrat Sarayı, adını daha ziyade, belirli sürelerde burada kalan İngilizler sayesinde duyurmuş. Uygunsuz tercihleri yüzünden 1793’te İngiltere’ den kaçmak zorunda kalan W.Becford ve bahçeyi 1000’in üzerinde farklı bitki türü ile bezemiş olan Francis Cook.
Bir başka sefere inşallah diyerek bindiğimiz 403 numaralı Cascais otobüsünde, Cabo de Roca’ya doğru ilerliyoruz. Rüzgarlı bir kayalık üzerinde, yerleşim olmayan, sadece bir deniz fenerinin bulunduğu Cabo de Roca, Avrupa karasının en batı noktası ve bizimde gezimizin ana amaçlarından biri. Buruna gitmek kadar, geçtiğimiz bölgeler de bizi etkiliyor. Bölge, bambaşka bir yaşam tarzı.
Doğal park alanındaki orman kasabalarını geçtikten sonra okayanusa yaklaştıkça, iklim sertleşiyor ve bitki örtüsü ormanlıktan, yosun, liken, çalılık tipine dönüyor. Küçük köy tipi yerleşimler, tepelik alanlarda kalıyor. Geçtiğimiz az haneli küçük yerleşimlerde, bir iki gün kalma, uzaktan okyanusu koklayarak bir iki gün geçirme, iklimin sertliğini daha çok hissedebilme konusunda şiddetli bir arzuya kapılıyorum.
Yollar, iniyor, çıkıyor, dönüyor, kıvrılıyor. Ülkede düz yol yok gibi. Buna rağmen, inanılmaz bir sürat ile okyanusa doğru adeta koşuyoruz.Tek araçlık köy yollarında, belediye otobüsü rallisi yapıyoruz. Allahtan, araba yok denecek kadar az, meydan otobüs şoförlerine kalmış.
Önce, tepeden gördüğümüz Cabo de Roca noktasına doğru kısa düzlüğe gelince, tarif edilemez bir sürat ile uçuyoruz. Havalansak bu gazla Amerika işten bile değil.
İlk işimiz sadece, bir restoran, bir kafe, bir hediyelik eşya mağazası, bir deniz feneri ve bir turizm ofisi bulunan Cabo de Roca’da turizm bürosundan, Avrupa’nın en ucunda bulunduğumuza dair, 10 € karşılığında adımıza yazılmış sertifika almak oluyor.
Okyanus kenarında, yarın üzerinde, taşlardan yapılmış bir dikit ile bulunduğumuz en uç nokta belirtilmiş. Denizi ilk defa görenler gibi bizde okyanusu ilk defa görünce, çocukça, heyecanlı bir sevinç yaşıyoruz. Coğrafi olarak vurgulayıcı bir konumda olmak, sanki kıtayı biz keşfetmişiz gibi bir mutluluk veriyor.
Okyanusu görmek ise bambaşka. Sonsuz bir açıklık ve sizi çağıran çok güçlü bir özgürlük hissi. Bu duygu ile yaşıyorlarsa Portekizliler, kaşiflerin ve büyük gemicilerin Portekizden çıkması şaşırtıcı değil. O kadar koyu, kararlı ve azametli bir havası varki okyanusun, sizi kendine doğru çekiyor ve karşı koymakta zorlanıyorsunuz adeta.
Bu derece güçlü duyguların neticesinde, kendimi okyanusa atmıyorum tabi ama, mutlaka aşmak ve ilerisini görmek isteğimi de bastıramıyorum. Orda bir gemi olsa binip gideceğim. Ufukları sakin görünse de kıyılarda kayalara çarpan dalgalar, okyanusun gücünü ve kızgın yüzünü gösteriyor. Çarpan dalgaların oluşturduğu su buharından ince sis perdesinin arkasında, daha kuzeyde kalan yerleşimler Portekizin sahil kasabaları. ( Praia dos Maços, Azenhas do Mar ) Güneyde ise uzakta Cabo de Raso burnu seçiliyor, Portekiz’in güney köşesi.
Okyanusu seyretmeye kendimizi öyle kaptırıyoruz ki tepedeki deniz fenerini gezmeye vakit kalmıyor.Otobüs ile Sintra’ya dönmeyerek yola devam ediyor ve Cascais’e doğru ilerliyoruz. Belediye otobüsü, yine aynı çılgınlıkla ve aynı süratle, tepeler, bayırlar, küçük köyler, kasabalar geçiyor.
İki burun, Cabo de Roca ve Cabo Raso arasında, sörfçülerin uğrak yeri olan Praia de Guincho plajını yukarıdan görüyoruz. Yazlık bir belde olan bölgenin plajı, göz alabildiğine. Kıyıya vuran dalga boyları şaşırtıcı boyutta büyük, dalga araları ise çok uzun, güçlü kuvvetli, vakur dalgalar. Denizde en büyük dalgayı yakalama oyunu oynayan çocuklar, ağızları açık bir halde, okyanus dalgalarına hayran oluyorlar.
Cascais’e yaklaştıkça yerleşimler büyümeye başlıyor, yollar daha düzleşip genişliyor ve şehir trafiği kendini gösteriyor ama şöförlerin hız ve çılgınlığında bir farklılık olmuyor. Nedir dertleri Portekizli otobüs şoförlerinin anlamış değiliz. Portekiz’e karşı geliştirmiş olduğumuz sevgi ve sempati hatırına, neyseki midemiz de bulanmadığı için, Çaka’nın dönemeçlerde iki kere koltuktan yere yuvarlanmasını sineye çekiyoruz.
Cascais’den, Lizbon merkezindeki Cais de Sodre tren istasyonuna her 10 dakikada bir tren kalkıyor. Lizbon’a kadar olan yarım saatlik mesafedeki sahil şeridi, bir başka banliyö alanı. Akşam yataklı trene yetişmemiz gerektiği için Cascais’de geçirecek rahat zamanımız kalmıyor. Halbuki kısa sürede farkettiğimiz kadarı ile Cascais , mutlaka biraz zaman ayrılması gereken hoşlukta bir yer.
Eski bir balıkçı köyü olan Cascais’de, çok sayıda plaj var. Küçük bir kale ( Cidadela ) ve önünde Cascais marinası yer alıyor.Tren istasyonunun önünden balık pazarına kadar uzanan Rua Frederico Arouca öncelikli olmak üzere çevreleyen caddeler, tanımak amaçlı gezilebilecek caddeleri.
Hızlıca hareket edip bu caddeye açılan, Largo da Praha da Rainha meydanından kumsala göz atarak deniz kenarına yürüyüp, elimizi okyanusa sokarak bir saygı selamı vermek istiyoruz. Burası okyanusun Afrika’ya bakan yüzü. Ancak, hava biraz yağışlı ve dalgalar sert olduğundan, fazla ıslanma riksini göze alamıyoruz.
Tren sahil boyunca deniz kenarından ilerleyerek Lizbon’a gidiyor. Bizde cama yapışarak, hava kararmadan görebildiğimiz kadar okyanusu izliyoruz.
Görkemli villaları, lüks otelleri ve simge olmuş casino’su ile çok yakındaki Estoril, Portekiz’in Rivierası. II.Dünya Svaşı sırasında burası, kraliyet ailesinin sürgün edildiği ve pek çok casusun isim yaptığı bir yer. Ian Flemming ( James Bond’un yazarı ) çift taraflı ajanları gözlemlemek için burayı mesken tutmuş ve ilk James Bond romanı olan Casino Royal’ de buradaki Casino deneyimini kullanmış.
Tren, güzel kıyıları ile Estoril’i geçtikten sonra daha büyük bir merkez olan Oeiras’a geliyor. Bu nokta okyanusun bitip nehir ağzının başladığı alan olduğu için manzaranın çekiciliği bitiyor ve zaten trende kalabalıklaştığından pek seyretme imkanı kalmıyor.
Kısaca birşeyler atıştırıp otele dönerek bavullarımızı alıp, Santa Apollonia tren garına gidiyoruz. Lusitania Treni, Comboio Tren Hotel denilen İspanyol Demiryolları Renfe ile ortak yapılan bir gece seferi. Gece 22.30’da Lizbon’dan kalkıp sabah 9.20’de Madrid’e ulaşıyor. Ya da, aksi istikamette Madrid’den kalkıp Lizbon’a geliyor.
İstenirse gece yemek alınabiliyor. Biz, kahvaltı dahil olan Gran Touristik mevkiinde yani iki küçük ranza olan müstakil odalarda kalıyoruz.Tuvalet kompartımanın iki ucunda. Ayrıca, yatmadan oturarak gidilen, buna karşılık müstakil duşu olan odalarda var. Odalar, tabiki inanılmaz dar ancak bir otelde olması gereken her detay düşünülmüş.
Odalarda ranza dışında, bir küçük lavabo var ve üstündeki aynalı dolaplarda seyahat kiti bulunuyor. Seyahat kitinde, diş fırçası, macunu, traş bıçağı, dikiş gereçleri, mendil, sabun ve önce neden gerektiğine anlam veremediğimiz kulak tıkacı var. Kişi başı su, bardak ve havlu da bırakılmış minyatür bir otel odası.
Darlık gerçek anlamda sorun değil, asıl sorun, inanılmaz boyuttaki sıcaklık. Ne kadar görevli hanımın tarif ettiği gibi klimayı soğuğa alsak da nefes alınamayacak bir havasızlık ve sıcaklık sözkonusu. Yinede yatağın kenarına oturup, pijamalı halde, garda dolaşanları seyretmek ve yattığın yerden trenin geçtiği istasyonları izlemek, farklı bir deneyim.
Hem yatağında uyumaya çalışıp hemde aynı zamanda, dışarıda süregelen hayatın içinde olmak bu. Tam gezginlere göre, uykusunda bile gezmek, ara ara uyanıp neredeyim diye bakmak.
Aslında ara ara uyanmak deyimi yanlış çünkü işin romantizmi bir yana, tren aşırı derece sallantılı ve gürültülü ( kulak pamuğu bile işe yaramıyor ) bir şey. Alışık olmayınca bu ses ve harekette uyumak mümkün değil, dayanılmaz sıcaklık da cabası.
Ama nedense, yinede mutluyuz….
madrid-6-gun-lusitania-trenimadrid
pena-sarayi-ve-pena-park-portekiz-lizbon