05 Kasım Cumartesi 2011
Lizbon’a Türk Hava Yolları’nın direkt seferleri var. Sabah 10.15 uçağı ile havalanıyoruz. Kurban Bayramı öncesi olduğu için Atatürk Havalimanı’nda kıyamet kopuyor. Yeni nesil Türk bayram geleneği yurtdışına kaçmak oldu sanırım. (bunu yazan ben, çocuklarla birlikte aynı pozisyondayım bu arada )
Portekiz, Avrupa’nın bir ucu olduğu için yolculuk beş saatlik bir süre alıyor. THY’nin ikramları ve yemekleri gerçekten güzel olmasa çekilmeyecek bir süre ve bizim şimdiye kadar çocuklarla uçtuğumuz en uzun mesafe. Dört saat daha gidip okyanusu aşsak Amerika’dayız. Beş saatlik süre sonunda net bir şekilde anlıyoruz ki, dokuz saat boyunca çocuklarla ve daracık uçak koltuklarında Amerika’ya gitmek imkansız. Bizim gibi sıkıntılı insanlar ve hareketli çocuklar yüzünden, ‘’comfort clas’’denen şey icad edilmiş olmalı.
‘’Dayanamıyorum, atın beni aşağı ‘’diye bağırmak üzere iken Lizbon’un okyanus kıyılarını görüp, camlara yapışıyoruz. Şimdiye kadar alıştığımız Ege, Akdeniz gibi iç denizlerden çok farklı okyanus kıyıları. Dalgalar, köpüklü, beyaz ve uzun soluklu. Uçağın hızında, hareket etmiyor gibiler. O kadar kibirli bir ağırbaşlılıkla kıyıya vuruyorlar ki bilmeden gören bile, ‘’evet, bu okyanus; denizlerin kralı ‘’ der.
Uçak, Tagus Nehri ( Rio Tejo ) boyunca ilerleyip şehir üzerinde kısa bir tur atarak Lizbon Havaalanına iniyor. Beş saat gelmiş olsak da Lizbon, İstanbul’dan iki saat önde olduğu için yerel saat henüz 13.30 civarı.
Havaalanı fazla büyük değil, sakin ve modern. Kalabalık bir görünüm sunmuyor, şehir merkezine de oldukça yakın. Merkeze ulaşmak için metro sistemi mevcut. Biz, Aerobus’lara, yani havaalanı servislerine biniyoruz. Bu otobüsler, gittikleri servis güzergahına göre numaralanmışlar. Şehir merkezi ve ana oteller bölgesinden geçen, 1 numaralı otobüs hattı.
Otobüs havaalanından çıkar çıkmaz, ekonomik anlamda fazla iddiası olmayan( hatta bunu yazdığım şu aralar ciddi riskte )bu ülkeyi ne kadar beğenebilirim şeklindeki önyargım, anında değişiyor.
Otobüsün takip ettiği, Avenida Rio Janeiro Bulvarı ( Avenida =Bulvar ) bizi, samimi bir Brezilya rüzgarı ile sarmalıyor. Lizbon’da özellikle, ama genel olarak tüm Portekiz’de, pek çok evin teras duvarlarını süsleyen Azulejo seramikleri, cadde boyunca sıralanmış iki katlı, bahçeli, Latin Amerika tarzı evlerde göz alıyor. Geçtiğimiz cadde, henüz Tagus Nehri’ne de, okyanusa da uzak bir mesafe de olduğu halde hemen anlıyorsunuz ki burası, denizaşırı kültürlerin izlerini taşıyan bir okyanus ülkesi. Bu farklı mimarideki güzel evler, bir Akdeniz ülkesi olmak ile bir okyanus ülkesi olmanın farkını hemen yansıtıyorlar.
Kendimi Avrupa’da değil Güney Amerika’da gibi hissettiğim cadde, Karayipler’e gitme takıntımı da şiddetle kamçılıyor. Nasıl ulvi ve doğru bir kararla Lizbon’a gelmiş olduğumuzu düşünüyorum ve ilk görüşte yaşanan nedenini sorgulamadığınız bir aşk gibi bu şehri seveceğime hükmediyorum.
Otelimize kısa bir yürüyüş mesafesinde olan Marques de Pombal Meydanı’nda iniyoruz. ’’Rondo’’ da denilen meydan, tam olarak, turistik merkezin biraz yukarısında kalan, Lizbon’un önemli parklarından, Parque Eduardo VII’nin başlangıcındaki, ana merkezi noktalardan biri.
Lizbon için seçtiğimiz HF Fenix Urban Oteli, kendi halinde bir otel. Bize giriş kotunun altında olsa da, şimdiye kadar kaldığımız en geniş odayı veriyorlar.
Hava tahminimizden sıcak ve pırıl pırıl güneşli olduğu için bu fırsatı kaçırmamak adına, Marques de Pombal’den kalkan, kırmızı şehir turu otobüslerinden ilk kalkanına atlıyoruz. Aldığımız bilet iki gün geçerli ve istediğiniz durakta inip, güzergah boyunca tekrar binilebiliyor.
Portekiz’in başkenti Lizbon, bir zamanlar, Brezilya’dan Macau’ya kadar uzanan bir denizcilik imparatorluğunu kontrol eden, kıtanın en zengin şehirlerinden biri. Ancak, şehrin çok önemli bir bölümü, 1755’deki Büyük Deprem’de yerle bir olmuş. Bu nedenle, bugün tarihi merkezi oluşturan mahalleler – Baixa, Chiado ve Bairra Alto – ancak, 18. ve 19.yy.dan kalma.
Otobüs, şehrin görülmesi gereken tüm yerlerini kısaca gezdiriyor. Güneşli görünen havanında aslında ne kadar sert olduğunu, otobüsün tepesinde açıkta giderken anlıyoruz. Bu duruma, inanılmaz hızlı kullanan otobüs şöförüde etken biraz.
Ulaşım için, ciddi bir otobüs ve tramvay sistemi var ve metro hatları da yeterli düzeyde mevcut. Turistik mahalleler için en cazip görüneni ise, İstanbul İstiklal Caddesi’nde de benzeri bulunan, tarihi tramvaylar. En popüleri ve turistlerin olmazsa olmazı, Martim Moniz Meydanı’ndan kalkan ve Alfama tepelerine çıkan 28 numaralı tramvay. Yalnız çok hırsızlık olduğu konusunda uyarıyorlar.
Otelden temin ettiğimiz haritada ölçek küçük, şehir ve mahalleleri de büyük olduğu için, biraz neresi neresidir anlamakta zorlanıyoruz.
Lizbon’u, bir vadi tabanından, yanlarda tepelere doğru yayılmış bir şehir olarak düşününce, yani yüksekliği ve alçaklığı algılayınca ancak sistem kafamızda oturuyor. Tagus Nehri kıyısındaki Praço do Comercio’yu başlangıç meydanı olarak alırsanız, kuzeye doğru Rua Augusta ( veya yan paralel yollar ) ile Praça da Figueira Meydanı ve Rossio Meydanları ‘na ( Praça Dom Pedro ama yerel adı Rossio olarak daha biliniyor ) ulaşılıyor ki tarihi tramvaylar, normal tramvaylar ve otobüslerin büyük bir kısmı, bu bölgeden kalkıyor.
Praça do Comercio Meydanı, yani nehir kenarından Rua Augusta’yı boyluca geçip geldiğiniz Rossio Meydanı, şehrin merkez düzlük alanı. Doğusu, Castelo ( Lizbon Kalesi )’nun konumlandığı tepe ile eteklerinde Lizbon Fado ( Portekiz Halk Müziği ) kulüplerinin bulunduğu Alfama bölgesi. Batısı ise, Baixa-Chiado. Her iki tepeye çıkan şehir asansörleri, bu tepe mahallelere ulaşmanın en kolay ve keyifli yolu. Mahalleler arası asansöre biniyor olmak da Lizbon’un kendine özgü güzelliklerinden.
Rossio Meydanı ve Tren İstasyonu’ndan daha kuzeye yönlendiğinizde, Praça dos Restaudores Meydanı’na ulaşıyorsunuz. ( Praça = Meydan ) Düzlük burada da kısmen devam ediyor. Meydanın batısından, Elevador do Gloria denilen çekişli tramvay ile Bairro Alto tepe mahallesine, Lizbon’un gece hayatının ve çok sayıda restoranın bulunduğu turistik mahallesine çıkabiliyorsunuz.
Praça dos Restaurodores’de son bulan Avenida Liberdade, Lizbon’un en elit mağaza ve pahalı restoranlarının bulunduğu, çift taraflı park olan, hafif bir rampa ile Marques de Pombal Meydanı ile nihayetlenen, şık bir bulvar.
Şehre daha genel bakılırsa, Tagus Nehri boyunca yerleşmiş olan yapılanmanın doğu tarafı, yeni sayılan ve İspanya ile tren bağlantısının sağlandığı Atocha İstasyonu’nun bulunduğu bölge. Batı ise, Cais de Sodre tren istasyonu ile başlayıp, muhteşem Belem semti ile devam edip, Tagus Nehri’nin okyanusa açılan ağzından sonra, banliyö yerleşmeleri Estoril, Cascais’e kadar devam ediyor. Birde nehrin karşı yakası Barrerio var, ancak turistik güzergahlarda yer almıyor.
Yani Lizbon’u ters T şeklinde bir hat üzerinde ve yanlarda tepeler üzerinde yayılmış bir şehir olarak tasavvur etmek lazım.
Otobüs, gezerken kulaklıkla istediğiniz dile göre ( Türkçe yok ) bilgi de verdiği için şöförün çok hızlı sürmesi ve donmamız dışında, keyifli bir gezi oluyor. Lizbon’un şık ve elit bir şehir olduğunu, özellikle Tagus Nehri kıyısındaki Belèm tarafının, hayranlığı ve övgüyü hakettiğini söylemek lazım. Biz tam Belèm’den geçerken, yat limanında gökkuşağının çıkması da bu güzel şehrin hoş geldin ikramı oluyor.
Turun sonunda ilk işimiz, odadan polarlarımızı almak ve bir metro istayonuna uğrayarak 4 günlük Lisbon Transportation Card edinmek oluyor. Bu kart tüm, metro, otobüs, tramvay ve asansörlerde geçerli. Banliyöler ve şehir dışına giden trenler hariç.
Akşam, ilk gün klasiğimiz olan Mc Donalds’ı gördüğümüz Rossio Meydanı’nda inecekken, elim bir hata sonucu, Baixa-Chiado durağında iniyoruz. Şık dükkanları ve kafeleri ile Chiado mahallesi, turistlerden ziyade özellikle gençler ve Lizbon’lularca tercih edilen, en popüler mahalle.
Chiado’nun popüler caddesi Rua Garret, şehrin en eski kafe ve dükkanlarının olduğu yer ki, ‘’Brasilleira’’da burada. 1905’te açılan ve dışarıda ünlü Portekizli şair Fernando Pessoa’nın bronz bir heykelinin bulunduğu mekan, Lizbon’un en ünlü eski tarz kahve evlerinden biri.
Bu kafenin önündeki, Largo Chiado denilen ufacık meydancık, sokak çalgıcıları ile çok keyifli bir hale dönüşmüş. Herkesin gayet eğleniyor gibi göründüğü meydanda biraz oturmak istesek de dışarıdaki masa ve sandalyeler kapanın elinde kaldığı için, mümkün olamıyor.
Rua Garret’den aşağı doğru yürüyüp, çok katlı alışveriş mağazasına gelmeden, sola dönünce, Elevador Santa Justa’ya ( asansör ) ulaşıyoruz. Tepeden seyretme imkanı veren asansörün terasından, aşağıdaki şehrin tarihi kalbinin ve önümüzdeki Castelo-kalenin gece aydınlatılmış görünümlerine hayran oluyoruz.
Işıkları, düzeni ve tepede koruyucu kalesi ile şehire mi hayran olmalı yoksa kuşbakışı bir halı gibi görünen, her bir sokağı, her bir meydanı ayrı desen ile bezenmiş, yaya kaldırımlarının güzelliğine mi bilemiyoruz. 5×5 cm. ebatlarında, siyah bazalt ve sarı traverten taşları ile döşenmiş bu yolların her biri, adeta bir sanat eseri.
Elevador de Santa Justa, 1902’de, G.Eiffel’in öğrencilerinden biri tarafından inşaa edilmiş. 32 mt.lik bir yüksekliği inip çıkıyor. Çıkış katı haricinde tepesinde ayrıca bir seyir terası var. Dar merdivenlerle bu terasa tırmanmak, muhteşem manzara ödülüne karşılık, boşlukta merdiven çıkma hissi verdiği için biraz ürkütücü.
Asansör ile indiğimiz Rua Santa Justa Caddesi ( Rua = cadde ) çok kısa bir mesafe ile Rossio Meydanı’na bağlanıyor. Praça Dom Pedro IV ( Rossio ) Meydanı, ortaçağdan beri, şehrin ana meydanı. Hemen yanında ise, nispeten daha küçük olan Figueira Meydanı yer alıyor ki, burasıda tarihi bir meydan. Rossio Meydanı’nda bulunan çeşitli kafeler çok popüler. Bir zamanlar Lizbon’un edebiyatçılarının uğrak yeri olan Nicola, 17.yy.dan kalan tek kahve evi. Her iki meydana da açılan Suiça’da ise yer bulmak zor. Ünlü kekleri ve pastaları, geçerken sizi içeri çekebiliyor.
İlk gün klasiğimiz, olmazsa olmazımız ( çocuklarda bu konuya takıldı, vazgeçiremiyoruz ) Mc Donalds’ın bu ülkeye özgü farklılığı, menülerde sebze çorbasının yer alması. Oldukça şaşırtıcı gelse de herhalde çok soğuk oluyor ki böyle bir ihtiyaç duyulmuş diye düşünüyoruz çünkü iç mekanlar da aşırı ısıtılıyor.
Tekrar asansör ile Chiado’ya çıkıp, biraz sakinleşen masalardan boş bir tane yakalayarak, Lizbon’un keyifli bir sokak akşamını yaşıyoruz. Ama Çaka’nın iskemlede sızması ile fazla uzun süremiyor.
Lizbon’da şehir şık ve temiz, insanlar güzel ve kibar, gençler yakışıklı, kızlar güzel, giyim kuşam gayet kaliteli, kendi halinde ama zevkli. Abartılı tipler, iddialı karakterler yok. Yaşam kalitesi yüksek ve insanlarda rahat görünüyor.
Utanarak itiraf etmeliyim ki Portekiz’in kafamdaki imajı daha vasattı. Beklemediğim güzellikte bir şehir ve beklemediğim kalitede insanlar ile karşılaşmış durumdayım. Son derece enteresan deniz canlıları barındıran balıkçılarda gördüğüm en büyük yengeçlere sahipler, daha ne istemeli ki…..
İlk görüşte aşk bu olmalı…
lizbon-4-gun-baixacasteloalfama
lizbon-5-gun-sintracabo-de-rocacascais