Çocukla Geziyorum

LİZBON – 3.gün PORTO, ( Oriente )

07 Kasım Pazartesi 2011

Sabah daha normal bir saatte uyandığımız için kahvaltı kalabalık oluyor ve bu kalabalığı turla gelmiş Türklerin oluşturduğunu görüyoruz. Gürültülü bir millet olduğumuzun ıspatı olarak, gurbet ellerde karşılaşınca, hemen siz nerden geldiniz muhabbetine başlıyoruz. Soğuk ve fazla sakin yabancıların arasında biraz hareket ve ses yaratmış olsak da, aynı kökeni ve inancı paylaşan insanlarla karşılaşıp tanımasak bile ‘’bayramlaşmak’’,  hem gurur veriyor hem de mutlu ediyor. Böylede bir milletiz işte…

Bugün pazartesi yani iş günü olduğu için halk ortaya çıkmış durumda. Metroların ve yolların bayağı kalabalıklaştığı farkediliyor. Metro ile ulaştığımız Santa Apollonia tren garının durağında iniyoruz. Bu gar, dün kullandığımız Cais do Sodre tren istasyonunun tam karşı istikametinde. Portekiz dahilindeki diğer şehirlere ve uluslararası ( İspanya tek komşu ) tren ulaşımının sağlandığı ana tren garı.

9.30 için Porto şehrine bilet alıyoruz. Gideceğimiz tren ‘’IC’’ yani hızlı tren olmasına rağmen, yaklaşık 3.5 saatlik bir yolculuk olacak bu.

Tren kalkıp, bir durak sonra Lizbon’un Oriente istasyonunda duruyor. ( Estaçao de Oriente )Bu bölge, Expo 98 için düzenlenen fütüristik binaları ile Lizbon’un dar ve dik yokuşlu sokaklarından oldukça farklı, yeni bir yerleşim bölgesi. En önemli yeri, Olivias Rıhtımı üzerindeki Lizbon Oşinaryumu, ( Oceanario ) Avrupa’nın en büyüklerinden biri. 8000 civarında balık ve 450 deniz hayvanı türü görülebiliyor. ( www.oceanario.pt )

Yaz ayları ve hafta sonları oldukça rağbet gördüğü söylenen bu bölgede, oşinaryum haricinde bir casino, yürüyüş ve bisiklet yolları, süs havuzları, iki konser salonu ve Vasco de Gama alışveriş merkezi bulunuyor. Ski lift tarzında yapılmış ‘’teleferico’’  limandan, Parque das Naçôes’e, 20 m. yüksekliğe çıkarıyor.

Oriente Tren İstasyonu’nun mimarisi de, Belem Manastırı gibi palmiye ağaçlarını andıran tonozlu yapısı ile özellikle gece görülmeye değer bir modern mimari örneği. Trenin hareket edip ilerlemesi ile 1998’de inşaa edilip Avrupa’nın en uzun köprülerinden biri olan Vasco de Gama köprüsünü’de, tüm güzelliği ile Tagus Nehri üzerinde salınırken görüyoruz.

Rahat ve modern trende yolculuk başlayınca, çocuklarda artık yılların verdiği alışkanlıkla, yiyip içeceklerini ortaya çıkarıp, yine bir gelenekselimiz haline gelmiş olan tren pikniğine başlıyorlar. Çoğu elinde notebook yada Ipad ile birşeyler yapan yolcular şaşırıyor ama biz pişkinliğimizi koruyoruz.Pişti oynarken fazla ses çıkarmaya başlayınca, klasik bir anne-baba susturucusu olan PSP’leri ellerine vererek bizde Portekiz’in manzaralarını seyre dalıyoruz.

Porto şehri, Portekiz’in oldukça kuzeyinde Rio Douro nehrinin ağzında bulunuyor. Bu açıdan Lizbon ile benzeşiyorlar. Porto, ülkenin en önemli endüstri noktası. Şehir merkezi ve Porto’nun yer aldığı Alta Douro Vadisi, 1996 yılında Unesco tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınmış.

Porto’nun en tanınmış markası, spor kulübü ve Porto Şarabı. Bu çok özel şarap için yetiştirilen üzüm çeşidi, Rio Douro nehri boyunca yer alan üzüm bağlarından elde ediliyor ve 1756’da çıkarılmış bir yasa ile Porto Şarabı’nın üretiminde kullanılan üzüm çeşidi ve şarabın tarifi korunuyor.

Tren kuzeye doğru okyanus kıyısına paralel olarak ilerliyor olsa da ancak Porto’ya yaklaşırken ara ara okyanusu görmeyi başarıyoruz. Kuzeye çıktıkça şehirler büyüyor. Espinho’dan Porto’ya kadar olan Atlantik kıyıları, golf kulübü ve pahalı şık yapıları ile zengin bir sayfiye yerleşimi olduğunu belli ediyor. Kumsalda tren yolu ile deniz arasında kum tepeleri oluşturulmuş. Ne kadar dalga oluyordur kimbilir diye düşünerek fırtınalı ve dalgalı bir havada okyanus kıyılarını görebilme arzusunu yoğun olarak hissediyoruz.

Porto şehrinin kuzeyindeki Matosinhos Bölgesi’de, büyük bir limana ve yat limanına sahip bir başka sayfiye yerleşimi.

Şehrin güney yakası Villa Nova de Gaia bölgesini geçerek, tren daha doğuya doğru ilerliyor ve Douro Nehri’ni, Ponte da Maria Pia Köprüsü’nden geçip, tüm nehir ve Porto vadisini izlememize olanak veriyor.

Porto deyince inmemiz gereken durak, Campanha.( tren devam ediyor )Kısmen şehir-tam dışı olmasa da-kenarı. Garda information ofisinde harita yok, gazeciden bir harita alıp, nereye gitmemiz gerektiğini soruyoruz.

Tarihi şehir merkezinin başlangıç noktası St.Bento istasyonu. Hemen hemen her tren o duraktan geçiyor ( iç hat ) ve geldiğimiz Porto biletini kullanabiliyoruz.

St.Bento tren istasyonu, iç dekorasyonundaki Azulejo seramik panoları ile tamanen Portekiz’e özgü bir şahaser. Tarihi şehir merkezi, istasyon başlangıç olacak şekilde, aşağı nehire kadar olan sağlı sollu bölge. Aşağı kelimesi yerinde çünkü, bir nehir yatağının yamaçları Porto’yu oluşturuyor, ciddi bir eğim ve yükseklik söz konusu.

Yapılacak en iyi başlangıç aslında, hafif yukarı çıkıp, Sé Katedrali’nin bulunduğu noktaya ulaşarak buradan nehire, aşağı inmek olmalı iken, ilk kez gördüğümüz bu şehirde, kaybolmanın dayanılmaz kolaylığını seçmek durumunda kalıyoruz çünkü, haritaya göre neredeyiz, nereye gitmeliyiz bir türlü kestiremiyorum. Aynı durumda harita elinde bakınan bir başka Türk aile daha görünce, hem garipliğin bende olmadığını, hemde Belèm’deki fiyasko Türk gruptan sonra, buralara tek başına keşfe gelmiş Türkler’inde olduğunu bilmenin rahatlamasını yaşayarak, kendimizi bir sokağın eğimine bırakıyoruz.

Konut ağırlıklı bir sokak olan Rua das Flores’ten inip, Largo Domingos ( meydan ) da Mercado ( açık Pazar) önünden, Rua Ferreira’dan aşağı devam ederken, Palacio da Bolsa’ya ( Bolsa Sarayı) gelmeden karşımıza, Porto Üniversitesine bağlı Porto Şarabı Enstitüsü çıkıyor.

Envai çeşit şarabın-ücret karşılığı-tadılabileceği enstitüde, porto şarabının basit anlamda kategorilerini çok güzel göstermişler. Kırmızının da, beyazın da, normal bildiğimiz sek halleri dışında, renklerini  farklılaştıracak şekilde, orta tatlılıkta ( medium ) ve tatlı ( sweet) üretimleri de var. Sek haricindekiler biraz likör sınıfına girse de,  alkol sevmem diyeni içmeye başlatır. Şarapların rengi tatlılık derecesine göre, açık kırmızı-kırmızı-koyu kırmızı ve açık sarı-sarı-koyu sarı (turuncumsu) olmak üzere tatlılaştıkça koyulaşıyor.

Yürümeye yeni başladığımız için taşımaya cesaret edemeyeceğimizden ve o kadar çeşidin içinde ne alacağımızı bilemediğimizden, bu enstitüden şarap satın almıyoruz ama, Türkiye’ye dönerken bir kasaya yakın almayı planladığım konusunda Tekin’i uyararak şimdiden fikre alıştırıyorum.

Çok az bir inişle Ribeira sahilinin batı ucuna ulaşıyoruz. Tarihi şehrin dış çeperini dolaşmış oluyoruz farkında olmadan. İgreja de S.Francisco’nun ( kilise) bulunduğu Rua İnfante D.Henrique Caddesi’nin sonundan, Cais da Ribeira ( Ribeira Rıhtımı) ‘ya kadar olan alan şimdiye kadar gördüğümüz en değişik nehir kenarı evlerine sahip.

Geçtiğimiz tarihi şehir merkezindeki binalar, restore edilmemişlikten kaynaklanan bir bakımsızlığı sahip oldukları için biraz çöküntü bölgesi görüntüsü vererek  ürkütüyor. Ama, sahil şeridini oluşturan yapılar, turistik imaj açısından biraz makyajlanınca, son derece özgün bir kimliğe bürünüvermişler. Mimari olarak dikkat çekmelerindeki en önemli etken, yapı formları değil, renkleri ve bu renge tamamen kontrast bir renk ile boyanmış, kapı-balkon-korkuluk detaylarının oluşturduğu canlı etki.

Biraz Afrika, biraz Arap, biraz okyanus kokan binalara baka baka, rıhtım boyunca ilerleyerek, Praça da Ribeira Meydanı’na geliyoruz. Meydanda, rıhtım boyunda olduğu gibi kafe ve restoranlar bulunuyor.

Acıkan çocukları susturmak ve güzel havada nehrin iki yakası ile Ponte Louis I ‘i ( köprü ) seyredebilmek için bir kafeye oturuyoruz. Çocuklar, klasik burger patates takılırken ben, olmazsa olmaz ‘’port wine’’ile birlikte, dünyanın en iyi 10 sandiviçinden biri seçilmiş, bir Portekiz spesiyali olan, ‘’ Francisha ‘’ istiyorum. Salçalı bir su içinde, bol peynirli bir tost geliyor. Anlamsızlığı lezzetli olduğu için sorun olmuyor. Zaten port wine ( medium) içebildiğim sürece ne yediğiminde önemi yok. Tekin ise, yine yerel bir spesiyalite olan ‘’Caipirinha’’ adlı kokteyli istiyor ve başarılı buluyor.

Yemek ve içmek bitince, hemen önümüzden kalkan bir tekne turuna atlıyoruz. Aslında amacımız Douro Nehri’ne özgü, geleneksel balıkçı kayıkları ‘’kaikas’’larla gezmek  ama, sezon itibarı ile yoklar. Onların kalktığı rıhtımda zaten karşı yakadaki Vila Nova rıhtımı. Ponte Louis köprüsünden geçip teleferik ile kayıkların bulunduğu rıhtıma inilebiliyor.( www.visitporto.travel  )

Parlak güneşli havada Ribeira kıyıları, nehrin ortasından daha bir güzel görünüyor. Kademeler ve renkler şehri benzersiz kılmış, bakıp da herhangi bir başka şehre benzetmek mümkün değil.

Önünden de, altından da, metalik ama etkileyici bir görünüm sunan Ponte D.Louis I Köprüsü’nün mimarı, bu metal işlerinin üstadı G.Eiffel’den başkası değil. Nehir yatağına doğru daha içeride kalan, tren ile üstünden geçmiş olduğumuz Ponte Maria Pia Köprüsü ise, bu köprünün biraz daha basit bir versiyonu.

Tekne, köprülerden geri dönüp, Douro Nehri’nin okyanusa döküldüğü yere, ağzına doğru ilerleyince bu sefer, Porto’nun modern yüzünü görüyoruz. Devamı okyanus olan Ponte Arabiata Köprüsü, teknelerin dönüş noktası oluyor ve yine okyanusu tam olarak görememiş oluyoruz.

Trenin dönüş saatini ayarlamak için tekne gezisinden sonra yavaş yavaş, tarihi merkezin göbeğindeki Sé Katdrali ve St.Bento tren istasyonuna çıkışa başlıyoruz. Rua Mourinho da Silveira ana caddesinden ilerleyip, Sacre Arte’ye ulaşmak üzere Rua da Bainharia ‘ya saptıktan sonra artık harita bir işe yaramıyor. Daracık ürkünç yollar, dışarı asılı çamaşırlar, sokakta bağırarak kavga eden kadınlar ile labirentvari bir bölge. Sürekli bir iniş çıkış, aslında çıkıyoruz ama bir çıkıyorsak iki iniyoruz tarzında anlaşılmaz ve nerde olduğunuzu kestiremediğimiz bir rota. Kendimizi bırakıyoruz ve gidiyoruz bir yerlere elbet bir ana cadde buluruz umudu ile. Ne yaptığımızı bilmeden Sé Katedrali’ne bir şekilde  ulaşıyoruz ama, yokuş ve stres buna değiyor mu, tartışmalı.

Haritadan kontrol edemeyip nereye gittiğimiz belli olmayınca, trene yetişme stresi ile bu labirentsel bölgeyi sevdiğimizi söylemek mümkün değil. Ama Katedralin önünden, Avenida Vimara Peres Caddesi’ni izleyip, Eiffel’in yaptığı köprüden, kuşbakışı Douro Nehri’ni ve Ribeira kıyılarını seyretmek, Porto şehir vadisine son bir veda bakışı atmak, hafızamızda keyifli bir iz bırakıyor.

Köprüden geri dümdüz yürüyünce direkt olarak ulaştığımız St.Bento istasyonunda, ilk geldiğimizde nasıl bu kadar basit bir düğümü çözemediğimize hayret ediyoruz. Porto şarabı enstitüsünü görmemiz ve şaraplar hakkında detaylı bilgi almamız gerekiyormuş demek ki.

Dönüş, geldiğimiz şekilde St.Bento’dan Campanha garına gidiş ve yine hızlı tren ile Lizbon istikametinde yola çıkış şeklinde oluyor. Portekiz’de trenlerde, koltuk numaralarına göre oturuyorsunuz ve biz dönüş biletini sabah erken  aldığımızdan biletçi bize ilk koltukları vermiş bulunuyor, yani en ön vagonda en ön koltuklar, direkt makinistin arkası.

Portekiz otobüs şöförleri gibi tren makinisti de şansımıza çılgın çıkıyor ve gittiğimiz yolu 45 dakika daha erken dönmemize sebep oluyor. Bir ara, 220 km hızı görmüş olduğumuz trenin bu en ön vagonunun en ön koltuğunda, midemiz bulanmış ve başımız dönmüş olarak, son bir buçuk saati koltuğa mıhlanmış vaziyette geliyoruz. Neyseki çocukları etkilemiyor ama, ben Tekin’i, Tekin beni tutmasa, soluğu makinistin odasında alıp, Türk barbarlığı denilen uydurmacayı yaratmış olacağız. Nihayet, tren perona yanaşıp durduğunda küfrederek  inince, trenin önünden dumanlar çıktığını ve bazı adamların koşarak trene su tuttuklarını görüyoruz.

Olayın ne olduğunu anlamadan ve anlamak da istemeden, gözlerimiz makinisti arayarak , tekrar tekrar küfredip, hızlıca trenin yanından uzaklaşıyoruz. Pek olası bir durum olmamalı ki Portekizli’lerde şaşkın ve söylenerek bakıyorlar. Makinistin manyağı da bize rastlıyor.

Saat geç olduğundan ama daha ziyade tren yüzünden başımız ciddi tuttuğundan, ancak odaya ulaşıp, odadaki THY bisküvileri ile idare ederek, makiniste bir daha küfredip geceyi noktalıyoruz.

Acaba bir kasa Porto şarabı alsaydık taşıyabilirmiydik pişmanlığı ile küfretmeye devam ederken uyuya kalıyorum…

 

lizbon-4-gun-baixacasteloalfama

lizbon-5-gun-sintracabo-de-rocacascais

porto-portekiz

 

 

Paylaşın: