Çocukla Geziyorum

LİZBON – 2.gün BELEM

06 Kasım Pazar 2012

İki saatlik saat farkından dolayı Türkiye saati ile normal ama Lizbon için sabahın körü olan bir saatte kalkmış oluyoruz. Suları çok güzel ve sıcak olan otel, ahşap ağırlıklı olarak dekore edilmiş. Oda kapıları, salon kapıları sanki bir dolabın içine giriyormuşsunuz hissi veriyor.

Aynı tarzdaki kahvaltı salonunun kapısının açılması için bekleyen kibar Avrupalı’ları es geçerek, ‘’saati geldi açılmış olmalıydı’’ zihniyetinde, dolap kapısı kapıyı bizzat açmak sureti ile şaşkın görevlilere günaydın diyerek, kahvaltımıza başlıyoruz.

Kahvaltı her zamanki Avrupa klasiği gibi domuz ürünleri ağırlıklı ama meyveler göz alıcı. Pastane ürünleri, Portekiz’in spesiyali ve Portekizli’ler de bundan gururlanıyor olmalılar, kahvaltıya çok çeşitli pastane ürünleri koymuşlar. Çayı tercih eden müşteri pek uğramıyor olmalı bu otele ki balık kokan ‘’red tea’’ ( yanlışlıkla içtiğimiz için koklama fırsatı bulduk )lerin arasında, zar zor siyah çay ve sormak usulü ile de sıcak su bulabiliyoruz.

Peynirler ve kahveler, İtalyan ağırlıklı görünüyor. Nereye gidersek gidelim, kahvaltılarımızda değişmeyen unsur, bizim masamızı gören garsonlar ve diğer müşterilerin şaşkınlığı oluyor. Artık alıştığımız için oldukça soğukkanlı karşılıyoruz.

Lizbon’da ikinci günümüzü, bir gün evvel, kırmızı tur otobüsleri ile geçip hayran kaldığımız ‘’Belèm ‘’ bölgesine ayırmış durumdayız. Metro ile Tagus Nehri kıyısına, Cais do Sodré istasyonuna gidiyoruz. Bu istasyon ve bulunduğu bölge, Belèm ve sonrasındaki nehir boyunda, okyanusa kadar gelişmiş olan Oeiras, Estoril ve Cascais banliyö yerleşimlerine ulaşımın sağlandığı istasyon. Aynı zamanda, daha ziyade konut bölgesi olan, nehrin karşı kıyısındaki Cacilhas iskelesine geçen deniz ulaşım noktası.

Cais do Sodré metro ve tren istasyonunun önündeki otobüs durağından, Belèm yönüne giden pek çok otobüs ve tramvay geçiyor. Yine bu noktadan geçen 15 numaralı nostaljik tramvay da, turistlere önerilen bir hat. Otobüs duraklarında, geçen hatlar ve gittikleri güzergah, durak adlarına kadar bilgi amaçlı olarak veriliyor.

Bindiğimiz otobüste yanımıza oturan yaşlı bir Portekizli beyefendi, Çağan ve Çaka’ya nedense bayılıyor. El yordamı ile onları pek güzel bulduğunu anlıyoruz. Portekizce bilmediğimizi yaklaşık bir 10 dakika konuştuktan sonra nihayet anlayınca, nereli olduğumuzu soruyor ve Türkiye diye bir ülkeyi daha önce hiç duymamış olduğunu anlıyoruz. Bilse de unutmuş olabilecek kadar yaşlı olması, durumu affettiriyor.

Parlak güneşin ve mavi gökyüzünün altında, kırmızılığı iyice göze batan Ponte 25 Avril köprüsünü geçiyoruz. San Francisco’daki Golden Gate köprüsünü anımsatan, devasa Ponte 25 Abril köprüsü, 1966 yılında Lizbon’un iki yakasını bağlamak için yapılmış.

Belèm Manastırı’nın önündeki durakta iniyoruz ama, pırıl pırıl hava bizi önce sahil tarafına doğru çekiyor. Alt geçit ile sahil boyu devam eden tren yolunun altından geçip, Belèm Anıtı’nın önüne geliyoruz. Bir gemi çeşidi olan ‘’travela’’ şeklinde, yekpare betondan oluşan 54m.lik Keşifler Anıtı, ( padrao des descobrimentos ) 1960’da Denizci Henry’nin ( Portekiz keşiflerini başlatan denizci ) 500. Ölüm yıldönümü anısına yapılmış. ( www.padraodescobrimentos.egeac.pt )

Anıtın içinden üstüne çıkılabiliyor. İçeride, Lizbon tarihi ile ilgili küçük bir sergi bulunuyor. Asıl güzel olan asansör ile çıktığınız tepesinden, anıtın bulunduğu meydanın mermer zemininde yer alan dünya haritasına kuşbakışı bakmak. Türkiye’nin üzerine basmamaya gayret ederek, her turistin yaptığı gibi bizde bol bol resim çekiyoruz.

Anıtın yer aldığı noktadan, ‘’Torre de Belèm ‘’in bulunduğu, nehrin ağız bölgesine kadar kısa bir yürüyüş mesafesi var. Hava ve Belèm’in genel görünümü o kadar keyif verici ki yat limanını da dolaştığımız bu zorunlu yürüyüş, zevke dönüşüyor.

Bizim yürüdüğümüz nehir boyunca, yürüyen, koşan, bisiklete binen sayısız Portekiz’li var. Değişik olan, tam takım spor kıyafetleri içinde, yani bir t-shirt eşofmanla değil, ciddi bir donanım ile spor yapıyor olmaları. Çocuklu çoluklu aile bile olsalar, tüm bireyler tam olarak uygun spor kıyafetli.

Küçük yat limanını geçince, uzaktan bile çok güzel görünen Torre de Belem, kendini tüm görkemi ile gösteriyor. ( Belem Kulesi ) Manastırın 500m. batısında kalan Torre de Belèm, Dom Manuel’in saltanatının son beş yılında, ( 1515-1520) Tagus Nehri’nin ağzını korumak için inşaa edilmiş. Büyük depremden önce tamamen suyun ortasında iken, nehrin yatağının deprem ile değişmesi sonucu bugün artık kıyıda.

16.yy.ın ilk yıllarında, Portekiz’de gelişen ve çeşitli keşiflerin izlerini taşıyan, geç Gotik’ten Rönesans’a geçiş dönemine rastlayan, gösterişli ve karma bir mimari süsleme tarzı olan ‘’ Manuelin’’ mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan Torre de Belèm, Lizbon’un simgesi. Bir müddet hapishane olarak da kullanılmış.

Dışarıdan, küçük ve sadece bir kule gibi algılansa da, göründüğü gibi küçük değil. Orta avludan sonra, kule 4 katlı ve çıktıkça sunduğu görüş genişliyor. Ancak merdivenler inanılmaz dar, kalabalık gittikçe artmaya başlayınca son kata kadar çıkamıyoruz. Çünkü yaşlı ve şişman turistler, ciddi olarak sıkıştırıp boğma tehdidi oluşturuyorlar. Simgeleşmiş bu yapıyı da, bulunduğu konumu da, çok beğenerek ayrılıyoruz.

Manastıra kadar çocuklar yürümek istemeyince, kulenin yanındaki durakta bekleyen ve dün aldığımız biletleri hala geçerli olan kırmızı tur otobüsüne atlıyoruz. Biz üst kata yerleşirken, 5-6 Türk aile daha, çoluk çocuk doluşuyorlar. ( Bayram tatili, her yerde Türk var )Bir okulun sınıf arkadaşları olduğu belli olan ekipten, boş yerlere yerleşmek için bir bağırtı bir çağırtıdır kopuyor ki anlatmak mümkün değil. Annelerin çocukları uygun yere oturtması, beylerin ve hanımların yan yana yerleşmesi için yapılan çağırtıyı duyan, büyük bir kurtarma operasyonu düzenleniyor sanır. Hepsi son derece havalı ve markalı giyinmiş olan bu aileler, diğer turistlerin kulaklık ile anlatılan bilgileri dinlemeye çalışıyor olduklarının farkında bile olmuyorlar.

Beylerden biri ise elinde dolu bir bira bardağı ile biniyor, sabahın 11.00’inde. Çılgın bir süratte kullanan Portekiz’li otobüs şöförü kuralı işlemeye başlayınca da, kaçınılmaz olarak bira dökülüyor ve alt katta oturanlara geliyor.

Biz, Türk olarak utanç içindeyiz. Konuşmayarak, diğer turistlerin aynı dili konuştuğumuzu ve aynı miletten olduğumuzu anlamamalarını umuyoruz. Bu adamın, özgürlük sandığı eğlence anlayışına mı eleştiri yapmalı, yoksa örnek olduğu kendi çocuğuna mı acımalı, karar veremiyoruz.

Belèm Manastırı önünden geçerken, içlerinden birinin kalabalığı görüp, ‘’iyi bir müze galiba burası ‘’ demesi üzerine, özellikle duyabilmeleri için, manastırın dünya koruma listesinde bir yapı olduğunu çocuklara yüksek sesle izah edip, nereyi gezdiğinin bile farkında olmayan bu gruba daha fazla dayanamayacağımızı düşünerek, ilk durakta kendimizi aşağı atıyoruz.

Bir gün önce geçerken gördüğümüz üzere, önünde uzun kuyruklar olan ‘’Pasteis de Belèm ‘’ adlı tarihi pastane henüz kalabalıklaşmadan, bir kahve molası vermek iyi bir fikir olarak görünüyor.

Antiga Confeiteria de Belèm ya da, Pastéis de Belèm ( www.delta-cafes.pt ) 1837’den beri hizmette olan, Belèm’e gelince mutlaka uğranması gereken yerlerden biri. Dışarıdan basit bir pastane gibi görünen, iç dekorasyonunda çinilerin yer aldığı pastanenin arka salonları dipsiz bir kuyu olmasına rağmen önünde her daim uzun kuyruklar var.

Spesiyali, kahve ve üzerine tarçın dökülerek yenen ‘’pastel de nata’’. ( bir çeşit kremalı tart ) Diğer herşey de ayrıca çok güzel ve cezbedici görünüyor.

Pastel de nata’lar, arabalı tepsilerde getiriliyor ve anında bitiyor. Bizde birer tane ile başlayıp, bir daha bir daha diye diye, rakamı 6 ya çıkarıp, artık içimiz bayılınca duruyoruz. Daha sonra başka yerlerde yediklerimiz ise gerçekten buradakinin muhteşem nefaseti ile boy ölçüşemiyor.

Herkesin özellikle rağbet ettiği bir başka ürün ise otelde de tadıp çok beğendiğimiz, kayısı marmeladı şekerlemesi. Bozulmayacağı için Türkiye’ye götürmek üzere bolca alıyoruz. Çıkışta rastladığımız Türk aileler ile memleketimin güzel adeti gereği ayaküstü bayramlaşarak, manastıra doğru yönleniyoruz.

Unesco’nun Dünya Koruma Mirası Listesi’nde yer alan, Mosteiro dos Jeronimos ( Jeronimos Manastırı ) Portekiz’in, Manuelin mimarisinin bir başka  güzel örneği. İnşaatı 1502’de, Vasco de Gama’nın Hindistan’a yaptığı yolculuktan sağ dönmesi üzerine başlamış ve her yıl 70 kg. altına mal olarak, yapımı Hindistan ve Afrika’dan sağlanan ticaret ile finanse edilmiş.

Yapımı 70 yıl sürmüş olan kompleksin, önce kilisesine giriyoruz. Dış cephesinde kullanılan zengin ve çeşitli manuelin süsleme detayları, iç mekana yansıtılmamış. Sütunların üzerine yerleştirilen tonozlar bir palmiye bahçesi oluşturmuş adeta. Ayin başladığı için resim çekmemize izin vermiyorlar ve ses çıkarmamamızı istiyorlar. Çocuklara güvenemediğimiz için çıkmayı tercih ediyoruz ve manastır kısmına geçiyoruz.

Dantel gibi işlenmiş süslemeleri ve muhteşem tonozları ile manastırda kilise kadar hayranlık uyandırıyor. Simetrinin özellikle vurgulandığı yapıya, yarım ay şeklindeki gölgelikler ve zarif kemerler ayrı bir azamet kazandırmış. Manastırın kenarlarında, hacıların ve denizcilerin günah çıkarmak için durdukları 12 niş görülebiliyor. Manastırın zarafeti gözlerimizi aldıkça, rahibe olup burada mı kalsaydık fikrine kapılıyorum.

Manastır yapısının yan binalarında, Arkeoloji Müzesi ( Museu de Arqueologia ) Calouste Gulbenkian Planetaryumu ve nehir kenarındaki Centro Cultural de Belem’de de, son derece etkileyici eşsiz bir modern sanat koleksiyonunun sergilendiği Berardo Koleksiyonu gezilebiliyor.Biz tercihimizi, hepimizin daha çok ilgisini çeken Denizcilik Müzesi’nden yana kullanıyoruz. ( museu da Marinha ) ( Maritime Museum – www.museumarinha.pt )

Şimdiye kadar gezdiğimiz tüm yerler gibi bu müze girişi de bedava. Pazar günlerine mahsus bu uygulamayı çok isabetli buluyoruz. Bedava olunca her müze daha fazla zevk veriyor ama, Denizcilik Müzesi gerçekten övgüyü hak ediyor.

Tarihsel sıralama ile dönemsel olarak, gemi modelleri, denizci üniformaları, balıkçılık tekneleri, mavralar, gemilerdeki kraliyet odaları gibi sergilemelerin olduğu, son derece kapsamlı ve  büyük bir müze. Bu müzeyi gezince, denizci bir millet olmanın ne demek olduğunu net bir şekilde idrak ediyoruz.

Müzenin ilk girişine yerleştirilmiş büyük dünya haritasında, keşif güzergahları gösterilerek Portekiz’in dünya üzerinde nasıl bir etkisi olduğu vurgulanıyor.

Avrupa’da coğrafya bilgilerinin artması, sağlam gemilerin yapılması, gemicilik deneyiminin çoğalması ve pusulanın öğrenilmesi ile Doğu uygarlıklarında olduğu bilinen zenginliklere ( Baharat, ipek ve diger maddi kaynaklara) ulaşmak için yeni, kısa ve ucuz yol arayışı, özellikle İspanyol ve Portekiz krallıklarınca desteklenince, pek çok cesur gemici denizlere açılıyor.

Ülkesinde bulunan uygun ortamı coğrafi keşiflere doğru yönelten kişi, tahta çıkan Portekiz Prensi Henrique ( Denizci Henry )oluyor. Hiçbir zaman denize açılmamış olmasına karşın, Portekizli kaptanlarının emrine neredeyse sınırsız kaynaklar veren Prens, onların en son bilgiye ulaşması ve teknolojik yenilikleri kullanabilmesi için kurumsal altyapıyı da kurmuş.

1492’de Kristof Kolomb’un Amerika kıtasına ulaşmasından sonra Portekizli gemici Bartolomeu Dias Ümit Burnu’nu bulmuş, daha sonra Vasko dö Gama buradan dolaşarak Hint Okyanusu ve Hindistan’a ulaşmış. Portekizli Macellan ve Del Kano’da, dünyayı dolaşarak geçmiş ve bunun sonucunda dünyanın yuvarlaklığına dair kesinleştirici sonuçlara ulaşmışlardır.

Portekiz Coğrafi Keşifleri ile (1415-1542) Portekizli’ler, Afrika Kıtasının etrafını Ümit Burnu yoluyla dolanıp Hindistan’a giden doğu yolunu keşfetmiş, bu sayede güneydoğu Asya’nın neredeyse tamamıyla temas kurmuş, Afrika’nın bazı bölgelerini sömürgeleştirmiş, Brezilya’yı keşfetmiş ve Çin’e Avrupa’dan giden ilk ticari ve diplomatik elçileri göndermişler. Biz Türk milleti olarak, Akdeniz ‘i Türk Gölü’ne çevirmiş olabiliriz ama, Portekizlilerde deniz yolu ile tüm dünyayı keşfetmiş gibiler.

Geniş avlusundaki kafeteryada kısa bir dinlenme ve atıştırma molası vererek, müzeyi biraz hazmediyoruz ve hali ile yorulan ayaklarımızı da biraz dinlendiriyoruz. Nasılsa giriş bedava olduğu için, kalan canımızın son kırıntılarını da bir başka müze için kullanıyoruz. Pasteis de Belem’in çaprazında bir binada yer alan, Museu Nacional dos Coches, Saray Arabaları Müzesi. ( www.museudoscoches-ipmuseus.pt )

Bir zamanlar kraliyet binicilik okulunun yer aldığı binada yerleşmiş olan müze, 1905 yılında açılmış, dünyanın en geniş atlı araba ve saraçhane müzesi. Müze kapsamına bina yeterli olmadığı için karşısına ilave bir bina daha yapılıyor.

Ağır varaklarla süslü ve boyalı arabaların tarihi, 16.yy.dan 19.yy.a kadar uzanıyor. Ayrıca müzede, aynı dönemlerden kalma tahtırevanlar, bebek arabaları ve aksesuarlar gibi sergilemelerde var.

Binanın tavan şıklığına ve  güzelliğine, hepsi arabadan ziyade birer sanat eseri olan, araba formunda mitolojik heykeller gibi görünen bu yapıtlar çok yakışmış. Hangi arabaya, hangi detaya bakacağınızı şaşırıyorsunuz. Adeta, binmek için değilde sergilenmek için yapılmış gibiler. Bu derece özel emek gerektiren, bu kadar özel arabayı temin edip, iyi durumda saklamış olmak da ayrı bir başarı tabii.

Konuyu sadece bir araba,taşıt aracı olarak değil, dönemin zenginliğinin, aristokrak yüzünün şatafatlı yansıması olarak algılamak gerek bu tüm halkın görebileceği araçlar vasıtası ile aleni ilan edilen tanrısal kata yakıştırılmayı. Kardinallerin arabalarınında, kraliyet arabalarından aşağı kalır yanı yok bu arada.

Müze çıkışında ise, Avusturya-Macaristan Arşidükü’nün, Viyana’da suikaste kurban gittiği sırada bindiği araba bulunuyor ki bu da müzenin biraz politik, birazda hüzünlü kısmı. Çok beğendiğim hatta hayran kaldığım müzeden, hatıra bir şeyler almadan çıkamıyorum.

Tekrar otobüs ile Cais do Sodre meydanına dönüyoruz. Keyifli görünen ve tavsiye edilen balık lokantalarının bulunduğu sahil kesiminde oyalandıktan sonra, biraz dinlenebilmek için otele dönüyoruz. Akşam için, Restaurodores Meydanı’nın arka paralelinde yer alan restoranlardan, özellikle Portekiz’de tavuğun adresi olarak lanse edilen Bon Jardim adlı bir lokantaya gidiyoruz.

Praça dos Restauradores Meydanı’nda, Hard Rock Cafe’nin köşesindeki sokaktan girince, Rua das Portes de Santo Antao Caddesi ve dik kesen sokaklar, restoranlarla dolu.

Dışarıdan görünce basit görünümünden dolayı biraz tereddüt edince, garson atlayıp bizi içeriye davet ediyor. Burası bir esnaf lokantası, garsonda öyle izah ediyor zaten.Tükiye’deki köfte-piyazcı’lar gibi belli çeşit yemek var.Tam karşısında ise balık servisi yapan başka bir bölümü bulunuyor.

Lizbon’da hizmet sektöründekilerin istisnasız çoğu gibi garsonumuzda mükemmel Fransızca konuşuyor. Ve işin tuhafı, sizde Fransızca konuşursanız eğer, İngilizce bilseler bile nedense daha mutlu oluyorlar. Garson, beş kez İstanbul’a geldiğini, çok büyük bulduğunu ve İzmir’i çok beğenmiş olduğunu anlatıyor.

Bon Jardım, Portekiz’in geleneksel bir piliç çevirmecisi. Tavuğun, Portekiz Mutfağında sık kullanılan bir yeri var. Bizde, klasik piliç menü alıyoruz. Ben önden bir tavuk çorbası istiyorum. İçinde her çeşit kanatlının etinin olduğu bu pirinçli tavuk suyu çorba, şimdiye kadar biz tavuk çorbası içmemişiz dedirtecek kadar lezzetli.

Piliçlerin tadı ise şaşırtıcı. Genellikle tavuğun beyaz et kısımları kuru olup tat vermezken, burada yediğimiz beyaz etler dahi siyah but lezzetinde. Gerçekten piliç çevirmenin piri olduğunu ıspatlıyor küçük mütevazi işletme. Minicik bir fırça ile sürülen sıvı acı, ‘’picante ‘’ olayına ise bayılıyorum. Ancak acı yerim diyen için bile, ciddi acı.

Çocuklar, piliç ve patatesleri kapışa kapışa yiyorlar, benim denemek için sipariş ettiğim ıspanak püresine ise pek bir gülüyorlar. Genelde denemek için sipariş verip, sonra mide bulandırdığı için yiyemediğim tuhaf yiyecekler konusunda artık alıştıkları anneleri ile kafa bulmayı adet edinmiş durumdalar. Ispanak püresi, üçüncü kaşıktan sonra gerçektende mide bulandırıcı ve anlamsız geliyor, niye püre yapma ihtiyacı duymuşlarsa.

Buna karşılık, tavuğun yanında tadına baktığım Porto Şarabı ( Port Wine –deniyor ) ayrıca anlatılacak bambaşka bir konu. ( Bkz.Porto 3.gün ) Yurtdışı gezilerimizin en önemli keşiflerinden biri oluyor benim için.

Gezmiş dolaşmış, keşiflerin tarihinden etkilenmiş, tarih bilgimizi genişletmiş ve tıka basa doymuş olarak otele dönmek üzere iken metro istasyonunun sokağında, Palacio Foz’un yanında, karşımıza Elevador do Gloria çıkıyor. 1885’de inşaa edilen Elevador do Gloria, ne kadar asansör dense de aslında bir funiküler. Bairro Alto semtine çıkıyor, ama bizim gezecek halimiz olmadığından, sadece çocukların gönlü olması için çıkıyoruz ve iniyoruz.

Bairro Alto’yu bir başka geceye bırakarak, otele dönüp kendimizi yataklara atıyoruz…

 

lizbon-3-gun-porto-oriente

lizbon-4-gun-baixacasteloalfama

lizbon-5-gun-sintracabo-de-rocacascais

 

jeronimos-manastiri-portekiz-lizbon

saray-arabalari-muzesi-portekiz-lizbon

 

 

 

 

 

Paylaşın: