08 Kasım Salı 2011
Bugünkü planımız olan Sintra, görmeyi en çok istediğimiz nokta idi. Gezinin hedeflerinden biri olan okyanusu görmek için heyecan yapıyoruz ama metroya gidince, tüm planlarımız altüst oluyor.
Dün gece televizyonlarda bir hareket farkedip, Portekizce bilmediğimiz için bugün ulaşım araçlarında grev yapılacağını anlayamamış durumdayız. Metro’nun 10.30 gibi açılacağı söylenince, bizde Sintra ‘ya ulaşımın sağlandığı Rossio tren istasyonuna kadar yürüyoruz.
Marques de Pombal Meydanı’ndan, Avenida Liberdade boyunca keyifli bir yürüyüş tutturuyoruz. Metrolar çalışmadığından iş günü sabahı insanlar koşuşturma halinde ve otobüsler de bu durumdan nasibini almış olarak hınca hınç dolu. Bizim açımızdan şimdilik, güzel keyifli bir Portekiz sabahı.
1,3 km.uzunluğu ile şık Avenida Liberdade, çift yönlü olarak ağaçlar ve parklarla bezeli geniş güzel bir cadde. Yol boyu sıralanmış ağaçlar ve parklar, bu caddeyi bir alışveriş caddesi özelliğinden uzaklaştırmış, daha ziyade gezinti alanı gibi. Kaliteli mağazalar ve pahalı olduğunu düşündüğümüz restoranlar bulunuyor. Özellikle ‘’Ribadouro’’ adlı ‘’cervejaira’’ ( Lizbon yerel lokantası ) her türlü turistik metinde methediliyor.
Bulvarın bitiminde, Praça dos Restaurodores’e geliyoruz. Restoratörlerin Meydanı adını, 1640’da İspanya’dan bağımsızlığın kazanılması ile almış. Palacio Foz’u geçer geçmez, atnalı şeklinde girişleri ile Rossio Tren Garı görünüyor. Garın girişi olan yer aslında en alt kot, trenler dört kat kadar yukarıdan kalkıyor. Bu durum, şehrin kademelerine güzel bir örnek.
Fakat o ne, trenlerde çalışmıyor deniyor. 10.00 gibi açılabileceğini sansak da nafile. Mecburen Lizbon’da kalmak durumundayız ve gezinin amacı en çok gitmek istediğimiz yer son güne kalıyor, geriliyoruz hali ile.Bizde ne kadar hoş, sakin kendi halinde, kaliteli bir ülke diye mutlu mesut dolanıyorduk ki grev yapacakları tuttu, üstelik koca senenin bizim Lizbon’a geldiğimiz gününde.
Rossio’dan, Rua Augusta’ya nehir kenarına doğru ilerliyoruz. Bu cadde, birbirine paralel sekiz caddenin tam ortasında yer alıyor. Bölge tamamen düzlük ve alışveriş imkanları ile dolu. Hediyelik eşya dükkanları, restoranlar çeşit çeşit. Caddeyi güzel yapan sadece pırıl pırıl el işlemesi gibi yer döşemeleri değil, caddenin sonundaki Arco da Rua Augusta, yani devasa bir tak.
Tak, aralarında Marki de Pombal ve Vasco de Gama’nın bulunduğu tarihi figürlerin heykelleri ile süslü. Şehrin giriş kapısı gibi işlev görüyor. Depremden sonra, şehrin yeniden imarını kutlamak için inşaa edilmiş.
Tak’ın yer aldığı binanın yanında, belediye binası bulunuyor. Önündeki, Praça do Municipio Meydanı, Arsenal Caddesi’ne bakan yüzü ile kısa bir aradan sonra Praça do Comercio ile birleşiyor. Her iki meydanın nihayette nehir kenarına, yani deniz ulaşımına açılması, bir zamanlar deniz ticareti ile gelen zenginliğin göstergesi. Modern zamanlarda artık turistik bir ziyaret noktası olan bu meydanları, gemilerle, mallarla ve çeşit çeşit dönem insanları ile görmek isterdim, en cafcaflı doruk noktasında olduğu zamanlarda.
Hemen meydanın önündeki tramvay durağından, 15 numaralı tarihi tramvaya atlayarak, kısa mesafe ilerideki son durağında Martim Moniz Meydanı’nda iniyoruz ve buradan 28 numaralı Alfama hattına biniyoruz. Çocuklar bu tarihi figürleri, Portekiz’in simgesi olmuş tarihi tramvayları seviyorlar. Eskinin, nedense daha sıcak (kullanılan malzeme ahşap ), daha canayakın ( geçmişe duyulan acıma yüklü sempati ) ve daha insani bir boyutu ( kalabalığın az olmasından kaynaklanan ) var sanırım.
Alfama denilen bölge, en üst zirvesinde kalenin bulunduğu bir tepeliğin, nehir manzarasına dönük yüzü. Sé Katedrali, Roma tiyatrosu bulunuyor ama, bölgeyi enteresan yapan, Portekiz Halk müziği Fado’nun icra edildiği restoran, bar ve gece kulüplerinin bu bölgede bolca olması. Kaleye çıkan dar ve dik yollar, Portekiz bohem hayatından kesitler sunuyor, Casa do Fado ( Fado evleri )’lar ile.
Ama daha yükseldikçe ve konut yerleşimi manzara ile artmaya başladıkça, bir anda yolların darlığı ve dikliği ile ters orantılı olarak, araba modellerinde de yükseliş başlıyor. Belli ki kale civarı, son derece hoş bir manzaraya sahip olduğu için pahalı bir mühit, çünkü bu yokuşlarda yazık bu arabalara dedirtecek modeller görmeye başlıyoruz.
Kaleye yakın bir noktada inip, kısa bir müddet yürüyerek tırmanıyoruz ki 737 numaralı otobüs de aslında kale girişine kadar çıkarıyormuş.( Praça do Figuera’dan kalkıyor- daha ziyade bir minibüs )
Castelo de Saô Jorge, ( Lizbon Kalesi )Lizbon’un en çok ziyaret edilen yerlerinden biri. ( www.castelosaojorge-egeac.pt ) Tepeden manzara çok güzel. Bütün Lizbon, inişleri ve çıkışları ile, nehri ile, tepelere doğru uzanan yeni yerleşimleri ile, karşıda başka bir kıyıda başka mahalleleri ile gözümüzün önünde.
Kale, bir zamanlar, tepeden aşağıya, nehre kadar uzanan surlarla çevrili bir şehrin merkezi imiş. Portekiz Kralları, 14.yy.dan itibaren surların ardında ikmet etmişler. 16.yy.da, Praça do Comercio’daki kraliyet sarayına taşınınca, kale zamanla bir hapishane, sonrasında da 1920’ye kadar ordu kışlası olarak kullanılmış.
Kale oldukça küçük aslında, ufak bir müze, bir kalıntı kazı alanı ve daha ziyade gezinti yolları ile açıklık manzara alanına sahip.
Ön sokaktan asansör ile şehir merkezine inilebiliyor ama biz arka merdivenlerden inelim, tepenin arka yüzünü de görelim diyoruz.Ve inmeye başladığımız an pişman oluyoruz. Manzara görüş alanı bittiği an, çöküntü bölgesi başlıyor ve sakinler ürkütücü, sokaklar korkutucu bir kimliğe bürünüveriyor. Bin pişman vaziyette kaybolmamak için geriyede dönemeyip, körlemecesine, kaçarcasına aşağı iniyoruz.
Bildiğimiz caddelere ve düzlüğe Rua Augusta’ya ulaşınca, vitrininde cazip deniz hayvanları görülen ve turistlerce de yerli halk tarafından da rağbet görüyor gibi görünen, Conha D’oura adlı bir geleneksel Portekiz restoranına kendimizi atıyoruz. Burası daha ziyade bir esnaf lokantası ve Portekizli’ler gelip boyunlarına peçete bağlayarak sulu, fasülyeli, deniz ürünlü, tencere yemekleri yiyorlar.
Bende garsonun tavsiye ettiği böyle sulu, soslu, peçete ile yenen, bir balık yemeği söylüyorum.Tekin, klasik ızgara sardalye istiyor.( spesiyal gibi, pek çok turistik balıkçıda var ) Servis, sunum, isimler, karışımlar enteresan. Deniz ürünleri okyanusa özgü ve hayvanların boyutları devasa ama, lezzet bir felaket, hatta yok. Izgara sardalye bile saman gibi, nerde bizim Marmara’nın sardalyaları. Baharat yolunu keşfetmiş bu millet, en azından yemeklerini baharatla tatlandırsaymış. Yemekten ziyade, yemek öncesi getirilen tereyağ, peynir ve ekmekleri daha güzel buluyoruz, zaten karnımızda ancak onlarla doyuyor.
Hüsran ile çıkıp, tekrar, geldiğimiz Rossio Meydanı’ndaki, vitrini dikkat çekecek kadar çok şarapla dolu olan ( pek çok mağaza var böyle ) bir dükkandan, şaraplarımızı alıyoruz. İlave bir boş bavulla gelmediğime ciddi pişman oluyorum çünkü, ‘’medium sweet’’ şaraplara doyamama hatta tapınırcasına bayılma durumundayım.( www.manueltavares.com )
Hem elimizdeki yüklü şişeleri bırakmak, hem de yeteri kadar ıslandığımız için hep bavulda olan ama yağmur yağdığı zaman asla yanımızda olmayan şemsiyelerimizi almak üzere otele dönmek istiyoruz. Metrolar artık çalıştığından metro istasyonuna geldiğimizde gözgözü görmeyen bir dumandan dolayı bu seferde yangın mı çıktı yada biri bomba mı attı ihtimali üzerine takılmışken, ağır dumanın bir noktadan çıktığını ve onunda kestaneci olduğunu fark ediyoruz. Bunca yıldır Türkiye’de gördüğüm bütün kestanecilerin toplamı bile bu bir kestanecinin çıkardığı dumanı çıkarmamıştır. Aynı kestane,( hemen tadıyoruz illaki ) aynı mangal, aynı közleme ama, duman nerdeyse bir mahalleyi kaplıyor.
Otele dönünce, biraz da otelimizin bulunduğu bölgeyi gezelim diyoruz ve komşumuz olan Parque Eduardo VII. Parkının tepe noktasına çıkıyoruz. Devasa bir Portekiz bayrağının altında, sonsuz gibi aşağı doğru uzanan bir parkın sonunda, Marques de Pombal meydanı heykeli ve fonda uzaklarda Tagus Nehri. Simetrik bitkilerle dekore edilmiş bu büyük ve güzel park, 1903’te, şehri ziyaret eden Britanya Kralı VII.Edward’ın anısına adını almış. Parkı ikiye bölen caddenin üstünde yeralan Michelin yıldızlı restoran Eleven ve çocuk oyun alanı, Portekizliler tarafından tercih edilen bir mekan.
Parktan biraz daha yukarı çıkınca, Calouste Gulbenkian Müzesi ve Centro de Arte Moderna ( Modern Sanatlar Müzesi ) bulunuyor. Calouste Gulbenkian, servetini petrolden kazanmış, parasını sanata yatırmış İstanbul doğumlu bir Ermeni. II.Dünya Savaşı’nda, Türk asıllı olması nedeni ile yerleştiği İngiltere’de istenmeyince, kendini açık arttırmaya çıkararak, kabul edecek bir ülke aramış. Portekiz, kendisine bir aristokratın sarayını vermiş ve böylece yüzyılın en önemli kültür adamlarından birini kazanmış.
Müzesi, ( www.gulbenkian.pt )Doğu ve Batı Sanatı’nın her evresini kapsıyarak paha biçilmez eserlere ev sahipliği yapıyor. Çok methedilen bir müze olsa da biz çocuklara daha önceden verilmiş sözümüz gereği, onlara vadettiğimiz, içinde bir eğlence parkının yer aldığı, Colombus Alışveriş Merkezi’ne yönleniyoruz.
Colombus alışveriş merkezine, metronun mavi hattı ile ulaşılabiliyor. Turistik haritaların dışında kalan bu merkez, İber yarımadasının en büyük alışveriş merkezi. Militar Luz metro durağında inip, direkt alışveriş merkezinin içine geçebiliyorsunuz. Çocuklar, buradaki ‘’Fun Center’’ın peşinde, biz ‘’en büyük’’sıfatının ne kadar büyük olduğunu anlama peşindeyiz.
Görüyoruz ki evet büyük, ama Türkiye’dekilerle kıyaslanınca vasat mertebesinde. Yinede, ıslanmadan biraz dolanmak ve çocuklarında Fun Center’da biraz stres atması, hepimize iyi geliyor.
Marques de Pombal Meydanı’ndan, Rua Joaquim Antonio de Aquiar Caddesi boyunca ilerleyince Amoreiras Alışveriş Merkezine ulaşılıyor ki bu bölgede Lizbonlu’larca oldukça rağbet edilen bir yer. Arkasındaki parkın nihayetinde ise, Unesco Koruma Mirası kapsamındaki, 1748’de şehre su getirmek amacı ile yapılmış büyük Roma sukemeri Aquas Livres görülebiliyor. Su kemeri, 19.yy.da, kurbanlarını kemerin tepesinden 70m. aşağı atan bir seri katil, Diego Alves sayesinde kötü bir üne sahip olmuş.
Akşam Lizbon’un son gecesinde, çocuklarla Fado dinleyemeyeceğimize göre yine de geleneksel Portekiz’i biraz yakalayabilmek adına, turistik açıdan en ünlü restoranlardan birine gidiyoruz. Lizbon’un gece hayatının kalbinin attığı söylenen Bairro Alto’daki, Cervejaria da Trindade.
Bairro Alto, şehrin yüksek bir noktası olduğu için, metro buraya çıkmıyor. Taksi, yürüyüş yada Restaurodores Meydanı’nda inip, Elevador da Gloria ile çıkmak en mantıklı çözümler. Nitekim son şık, elbette çocuklar açısından eğlenceli ve tercih edilir olanı.
Bairro Alto’ya çıkınca, restoranın adresini buluyoruz ama en turistik denilen konumu, bizi biraz irkiltiyor. ( Rua Nova da Trindade )Dışarıdan belli olmayan ama aslında çok büyük bir mekan. Şehrin en eski bira salonu olarak, 1836’da açılmış. Deniz ürünleri ağırlıklı dekoratif çinilerin olduğu salon, rezervasyonu olanlar için ayrılıyor. Bizi, daha büyük olan arka salona alıyorlar. Birde kapalı özel bölüm var, biz yediğimiz sırada Portekiz ünlülerinden biri içeride bulunuyor olmalı ki gelen giden resim çektirip, imza alıyor.
Maalesef bu kadar gösteriş ve belli ki tercih edilen bir mekan olmasına rağmen yaşadığımız hayal kırıklığı oluyor. Geleneksel yemek yemek için geleneği bilenlerle, onların bildiği yerlerde yemek gerektiği kuralı şaşmıyor yine. Bizim gibi sadece kulaktan dolma yada turistik yorumlarla yapılan tercihlerin sonu çoğunlukla hüsran ile bitiyor. O yüzden, illaki ülkeyi tanıyacağım diye ısrar etmeyip, ya fast food yemek yada modernleştirilmiş geleneksel yemekler denemek lazım. Çünkü, bizim gibi büyük mutfağa ve gelişmiş damak tadına sahip bir millet, zor yemek beğenir ve bu da çok normal bir şey. Balıkların dahi, okyanus balığı olduğu için, Türkiye’deki nefasette olmadığını söylemek gerek, ancak farklı ve ilgi çekici deniz hayvanlarına sahip oldukları da bir başka gerçek.
Benim seçtiğim ‘’Cold Fish’’, tam anlamıyla bir felaket, saman gibi, yutamıyorum bile. Çocuklar hamburgeri o kadar sevdikleri halde, kıyma anlamsızca sert ve tatsız. Lezzetsiz değil, aleni tatsız, yani tadı yok, onlar da bitiremiyorlar. Tatlılar ise, güzel görünmelerine rağmen ancak idare eder mertebede çıkıyor.
Buraya gelmemizin tek faydası, sadece okyanus kenarı kayalıklarda yetişen ‘’deniz bacakları’’ndan tatmış olmak. Gramla sattıkları için, sadece tatmak üzere 100 gr getirdikleri bacakları, nasıl yiyeceğimi bilemediğimden benden daha akıcı Fransızca konuşan garson, bana ayıklıyor.
Yoğun deniz ve yosun kokulu bacakların, bağlantı kıllarını görüp ciddi bir tereddüt geçirsemde Tekin’in ‘’istedin ye’’ bakışlarının baskısı altında birini ağzıma atmak zorunda kalıyorum ve bu lokantada yediğim tadı en kabul edilebilir şeyde, bu bacaklar oluyor.
Çıkışta, Bairro Alto Bölgesi’ne bir göz atalım, gece hayatının kalbi nasıl atıyormuş görelim diyoruz. Dama tahtası gibi sokakları, sayısız gece kulübü, bar, restoran, fado yapan yerler ve etnik lokantaların olduğu bir bölge burası.
Daha geç saatlerde, belki gençler ve travestiler için ilgi çekici bir bölge olabilecek bu yer, bize ve çocuklu ailelere kesinlikle hitap etmiyor. Daha ilk sokakta üzerimize gelen, turistlere atlama muhabbeti ile karşılaşıyoruz. İlerlememize bile izin vermeyen ısrarcı bir restoran tavsiye etme yaklaşımı bizi ürkütüyor. Çocukları nasıl kaçırdığımızı bilemiyoruz ve şu güzelim Lizbon’da, en itici bulduğumuz yer Bairro Alto oluyor.
Elbette her şehrin elit kesimleri ve arka mahalleleri olabilir, bir şehrin aydınlık yüzü başka, karanlık yüzü başka olabilir. O yüzden, ilk görüşte sevdiğim Lizbon’un kalbini kırmamak adına, karanlık yüzüne gerek olmadığını çünkü, aydınlık yüzünün fazlası ile yeterli olduğunu söylemek ile yetineyim.
Son Lizbon gecemize, yarın Sintra’ya gidebilmek ve okyanusu görebilmek için dua ederek, veda ediyoruz…
lizbon-5-gun-sintracabo-de-rocacascais