10 Kasım Perşembe 2011
Sabah, kompartıman görevlisi hanımdan talep ettiğimiz uyandırma servisi gerçekleşmeden ben uyanıyorum. Daha doğrusu zaten uyuyamamış olduğum için sıcağa daha fazla dayanamayarak kalkayım bari diyorum.
Bir trenin, özellikle de yatarken, ne kadar salladığını ve gürültü çıkardığını tarif etmek imkansız. Yine de yatılan yerden, yıldızlara bakarak yol almak ve geçtiğin kasabaların küçük istasyonlarını ayışığının aydınlığında seyretmek, içine dahil olduğun bir film şeridi sanki. Farklı bir deneyim olduğu tartışmasız.
Artık dün geceden beri kanıksadığımız için, biraz da sıcağın verdiği bunalmışlık hissi ile pijama-terlik halinde kompartmanın koridorunda geziniyorum ve yan odadaki Tekin ve Çaka’yı uyandırıyorum. Her zaman üşüyen Çaka’yı sağolsun babası, bu sıcakta yorganın altına gömdüğünden, çocuğu terlemekten bir beden küçülmüş, neredeyse su kaybından eriyip kaybolacak halde buluyorum.
Yan vagona, yemek salonuna geçiyoruz. Bir gece önce restoranda yemek yerken görmüş olduğumuz bir adam, aynı masada, aynı kıyafet ile kahvaltı ediyor. Kahvaltı masası ve koltuklar, oda ile yataktan daha geniş görünüyor gözüme. Sıcaklık ise aynı. İlk kez, bir Alman çift kazakları ile otururken, ben kısa kollu tişört takılıyorum, her zaman tersi olur oysa.
Kahvaltı sınırlı ama şık ve yeterli. Çay, kruvasan, çırpılmış yumurta, tereyağ, reçel, mantar. Filmlerde, özellikle Fransız filmlerinde, sıklıkla rastladığımız bu yataklı tren hikayesi, günümüzün modernleşmiş şartlarında çok da konforlu değil elbet. Ama, sonsuz görünen yeşil çayırları, ovaları seyretmek, arada beliren kilise kulelerini uzaktan farketmek, dışarıda bir yaşamın varlığı ve hızla değişmesi, değişimin önünüzden geçivermesi, insanı romantik bir keyfe sürüklüyor. Uçak ile ani bir kültür şoku yaşıyorsunuz, tren sizi gideceğiniz yere yavaş yavaş hazırlıyor. Ulaşmak istediğiniz noktayı, çevresi ile bir bütün olarak algılamanız için size ön bilgi sunuyor.
Sabah 10.00’a doğru Madrid’in Chamartin istasyonuna ulaşıyouz. Yüzümüz gözümüz sıcaktan pembe pembe, elimiz ayağımız şişmiş vaziyette atıyoruz kendimizi İspanyol topraklarına. Chamartin istasyonu, şehir dışı hatlar için ayrılmış bir gar, buradan başka bir tren ile 1-2 duraklık mesafedeki Atocha Renfe istasyonuna geçiyoruz. Atocha Renfe istasyonu ise artık Madrid’in şehir içi ve banliyö ulaşımının merkez garı.
Aslında bu noktadan otele veya Madrid’in merkezi Puerta del Sol Meydanı’na yürümek daha cazipmiş ama ilk geldiğimiz şehirde, neresi neresidir diyene kadar maalesef şanssızlıklar yaşanıyor. Metroya binerek Madrid’in ana caddesi olan Grand Via durağında iniyoruz ve kesinlikle anlıyoruz ki Madrid’de, ulaşımı metro ile temin etmek doğru bir yöntem değil. İnanılmaz kalabalık, inanılmaz sıcak, inanılmaz yavaş ve duraklarda da inanılmaz uzun duruyor. Her istasyonda yürüyen merdiven de yok, dolayısı ile bavullarla resmen acı çekiyoruz. ( Garda inip, direkt taksi doğru çözümmüş )
Otelin olduğunu tahmin ettiğimiz cadde, Calle de la Montera’ya dalıyoruz. Burası, Grand Via Caddesi ile , Madrid’in kalbi olan Puerta del Sol Meydanı arasındaki yaya caddelerinden geniş olan bir tanesi. Önceleri, sinema gibi yapılarla başlayıp, ilerledikçe moralimizi bozuyor. Sabah sabah, piyasa için çıkmış her çeşit kadın-erkek-travesti ortalarda. Bir taraftan otel buralardaysa ne yapacağız paniği ile çocukları çekiştirirken, diğer taraftan bavulları itiştirip, nasıl böyle bir hata yaptığıma söyleniyorum. İşin en garip tarafı ise bizden başka herkesin gayet rahat görünüyor olması çünkü ortada ailelerde var polislerde var. İlk kez oteli bulamadığımıza, erken bir yargı ile seviniyoruz.
Madrid’deki otellerin neredeyse %80’i ‘’Petit Palace’’ ile başladığı için ve telaş ile yorgunluktan biraz dağılmış olduğumuz için, ara sokaklarda oradan oraya sürüklenerek soruşturduğumuz bu %80’in ilk üçü, bizim otel çıkmıyor. Nihayet oteli bulduğumuzda ise artık söylenenleri anlayamama şuursuzluğuna ulaşmış bir fiziksel boyuta geçmiş oluyorum. Dördüncü otelde, iyi niyetle bir şeyleri izah etmeye çalışan resepsiyondaki hanıma, İngilizce bilip bilmediğini soruyorum ve cevap, zaten İngilizce konuşuyorum oluyor. Böylece İspanyolları, İspanyolca konuştuklarında, bu dili bilmediğim halde daha iyi anladığımı ama, İngilizce konuştuklarında ise, anlamamın mümkün olmadığını fark ediyorum ve bu kuram tüm gezi boyunca kendini ispatlıyor.
Bir şekilde tarif ettiği üzere, otelde sıcak su sorunu olduğu için bizi beşinci Petit Palace isimli otele yönlendiriyor.Ve nasıl bir ilahi adalet ki beşinci otel, bizim kalmak isteyipte yer bulamadığımız yeni, modern ve konumu çok iyi bir otel çıkıyor. ( booking sitelerine çok güvenmemek gerektiğinin kanıtı ) Madrid’in merkez kargaşanın yakınında ama, sakin bir bölgesinde, Calle Alcala Caddesi üzerinde, Petit Palace Alcala Torre.( www.hthoteles.com )
Otelin kulesinin 9.katında, manzaralı bir süite yerleşince çektiğimiz sıkıntı unutuluyor. Sakinleşip kendimize gelince, Grand Via Caddesi üzerindeki Mc Donalds’a uğrayıp, ilk gün ilk yemek geleneğimizi de bozmayarak artık kendimizi Madrid’e adamış oluyoruz.
Üstü açık kırmızı tur otobüsleri Madrid’de bolca mevcut.( www.madridcıtytour.es ) Gün boyunca istenilen durakta inip binme hakkı Madrid’de de var. Çocuklar bu otobüs işine bayıldığı için, hemen Grand Via durağından atlıyoruz ilk önümüze gelene. 1.güzergah ( Ruta1 )Sol Meydanı ve Centro Bölgesi’ni, yani ana turistik bölgeyi, 2.güzergah ( Ruta2 ), bu bölgelerin dışındaki gezilebilecek noktaları dolaştırıyor ve kulaklık ile istediğiniz dilde bilgi veriyor. ( Türkçe yok – Kültür Bakanlığı bu konuya kesinlikle el atmalı )
Madrid, 8.yy.da, Kuzey Afrika’dan gelen Mağribi’ler tarafından bir kale kurulması ile küçük bir yerleşim alanı olarak başlıyor tarihine. 11.yy.a gelindiğinde, kuzeydeki en büyük Hıristiyan güç Kastilya Krallığı, bir rivayete göre, çok daha büyük olan Toledo yerine yanlışlıkla Madrid’i ele geçiriyor. Mağribi’lerin Afrika’ya geri çektirilmesi sonrasında, evlilikleri ile Kastilya ve Aragon’u birleştiren İsabel ve Fernando döneminde İspanya bir ulus devlet halini alıyor. 15.yy.dan sonra İspanya ve Osmanlı, tarihin iki büyük gücünü teşkil ediyorlar.
Daha sonraki dönemlerde evlilikler yolu ile Habsburg Hanedanlığı ve Bourbon Hanedanlığı etkisine giren İspanya’nın başkenti Madrid’de bu nedenle bugün, Habsburg, Bourbon, Barok, Art Deco, Art Nouvo, Neo Klasik gibi farklı mimari stilleri bir arda görmek mümkün olabiliyor.
Centro adı verilen bölge, Eski Madrid. Paseo del Prado Bulvarı’ndan, Palacio Real Sarayına kadar uzanan Calle Alcala Caddesi, Puerto del Sol Meydanı ve devamı Calle Mayor Caddesi’nin güney tarafı. Bu aksın üst tarafında Grand Via Caddesi ile sınırlanan bölge ise ‘’Sol’’. Madrid’in kısmen daha modern, turistik yüzü, daha fazla alışveriş imkanı sunan, daha az tapas bar olan, buna karşılık daha güncel yiyecek içecek imkanları sunan bir alan.
Her iki bölgede, çılgınlık mertebesinde kalabalık ve oldukça rağbet gören bölgeler, hem turistler, hem Madridli’lerce.
Otobüs ile belli başlı gezilebilecek nokataları gezip bütün dünya oradaymış gibi görünen, İspanya’nın hem ruhani, hem coğrafi merkezi haline gelmiş olan Puerta del Sol Meydanı’nda iniyoruz. Meydan, yapıları yada formu ile ilgi çekici olmaktan öte, anlamsız bir ifadesizliğe sahipken, asıl ilgi çekici gelen, köşedeki Mallorquina adlı pastanenin camekanında sergiledikleri ile başsız adam ve göbekli spiderman gibi çeşitli kişiliklere bürünmüş sokak artistleri oluyor.
Bir başka tipleme, masa üzerine koyduğu kesik başlar ile yoldan geçenleri, aniden bağıran bu cansız başlar aracılığı ile korkutuyor. Çeşitli şehirlerde, çeşitli pandomimciler gördük fakat Madrid’dekiler, bu konuda oldukça esprili ve ilgi çekici tiplemeler bulmuşlar. Çocukların bayağı bir eğlenmesine sebep olan bu figürlerden, kendimize yakın hissettiğimizden olmalı, göbekli spiderman karakterini bizde pek beğeniyoruz.
Calle Mayor Caddesi üzerinde kısa bir yürüyüş işe ulaştığımız Plaza Mayor Meydanı, kutu gibi, dört tarafı saray binası ile kapatılmış, dört kenarından pasajlar ile geçiş sağlanan bir yapı. Teatral bir havası olan bu meydanda, 17.yy.da boğa güreşleri, idamlar, geçit törenleri ve Engizisyon davaları yapılmış.
Çeşitli kafelerin ve çeşitli dükkanların yer aldığı meydanın batı çıkışından çıkılınca, ‘’Mercado de San Miguel’’ adlı yerel Pazar binasına ulaşılıyor. Demir iskeletli, cam kaplı, tek katlı bir yapı ve İspanya Pazar ürünlerini incelemek açısından da eşsiz bir deneyim yaratıyor.
Aklımızın kaldığı Puerta del Sol Meydanı’nın köşesindeki pastaneye dönerek, Mallorquina, muhteşem görünen tatlıları denemek istiyoruz. Burası 1894’te kurulmuş bir pastane, alt bölümünde insanlar ayakta kahve içerek, hemen orada hazır tabaklarda olan tatlılardan seçtiklerini yiyorlar. Alt katın diğer yarısında her çeşit pastane ürünü, tatlı, tuzlu, çikolata satılıyor. Yukarıda ise oturarak yeme şansınız var. Şık bir yer değil, klasik ve geleneksel ama, pastaları, görünüş kadar lezzet olarak da beğenimizi kazanıyor. ‘’Nata’’ dedikleri kremalı ürünler, ağır olmadığı gibi çok da lezzetli. ( Reinas de nata’ya bayılıyorum )
Çıkışta, bir yan alışveriş caddesi, Calle del Arsenal’i dolaşarak, Madrid’in opera binası Teatro Real’e ve küçük meydanına ulaşıyoruz. Altı cephesi bulunan binanın görünen katları haricinde yer altında da altı katı bulunuyormuş. Daha sakin ve elit görünen bu küçük meydanı geçip, Plaza de Oriente’nin parklarının arkasında görkemli Palacio Real ( Kraliyet Sarayı ) bizi karşılıyor.
Yapımı iki Bourbon Kralının hükümdarlığı boyunca süren ( 17 yıl ) bu görkemli sarayda 1931 yılına kadar, kraliyet ailesi ikamet etmiş ve halen devlet törenleri için kullanılmaya devam ediyormuş. İçi ve dekorasyonu ile büyüleyici olan sarayın, özellikle yemek salonu, porselen salonu, rokoko çin işleri ile bezeli Gasparini salonu ve taht salonu, görülmesi gereken yerler olarak methediliyor.
Zaman olarak epey geçe kaldığımız için sarayı gezmeyi, vaktimiz olursa başka güne erteleyip, yan avlusunda karşılıklı yer alan kent katedrali, Cathedral de la Alnudena ‘nın ortak meydanını dolaşarak, sarayın ve katedralin bulunduğu tepelik alandan, Madrid’in Rio Manzares bölgesini seyrediyoruz.
Sarayın önündeki duraktan kırmızı tur otobüslerinin ilk geçenine atlayıp otele yakın bir noktada iniyoruz. Akşam için tekrar dışarı çıktığımızda gayri ihtiyari, ilk yönlendiğimiz Sol Meydanı’ndaki kalabalık bizi aptallaştırıyor. Gündüz gördüğümüz figürlerden başka, ‘’Reina’’ oturan kraliçe figürü olan hanımlar, bebek arabasında bebekler ve ürkütücü noktürn yaratıklar türemiş. Bir müddet tapas yada paella yapan yer bakınsak da bu kalabalıkta en mantıklısı otelin altında yer alan ‘’Vips’’ adlı modern bir kafe-restoran zincirinin şubesi oluyor. Fast-food olduğunu düşünüp isteksiz giriyoruz fakat hepimiz mutlu çıkıyoruz.
İspanyol yemeklerinin, Meksika Spesiyallerinin, basit ve modern bir yorumla sunulmasını yapan kafede, çocuklarda yedikleri tavuğa bayılıyor. Ben, peynirli tortillalı birşeyler söylüyorum ki gerçekten damak tadımıza aykırı düşmüyor.
En güzeli ise ‘’Sangria’’, limonata ve şarabın mevsim meyveleri ile karıştırılarak, buz ile büyük sürahilerde servis edilmesi şeklinde içilen İspanyol spesiyali içecek oluyor. Yarım sürahi istediğimiz halde bitiremiyoruz. Limonatadan dolayı şarap içtiğimizi anlamadan çarpmadığını sansak da ayağa kalkınca neticede alkollü bir içecek olduğunu ispatlıyor.
Bir müddet Sol Meydanı’nın çılgın kalabalığından uzaklaşıp, Grand Via Caddesi’ni turluyoruz. Grand Via, Art Deco ve Neo Klasik binaları ile görkemli görkemli olmasına ama cezbedici değil. Grand Via ile Sol arasındaki bölgeyi oluşturan sokaklar daha fazla insanın, daha fazla alışverişin, daha fazla hareket ve aksiyonun olduğu alanlar. Grand Via ise, özellikli olmayan mağazaları ile şöyle bir gelip geçmelik ki bizde öyle yapıyoruz.
Sallanmayan bir yatak ve gürültüsüz bir oda, bu günün sonunda her şeyden daha güzel geliyor….
madrid-7-gun-plaza-de-torosbernabeumadrid
madrid-8-gun-toedoparc-des-attractiones