12 Kasım Cumartesi 2011 Bir gün önceki Toledo’ya gidememe hezimetinden sonra, bugün elimizde bilet dahi olsa erkenden Atocha Renfe Garı’nda oluyoruz. İyi ki öyle yapıyoruz çünkü istasyon tam bir karmaşa ve trenin kalktığı yeri bulmak, İngilizce bilmeyen, bilse de ne dediği anlaşılmayan görevliler sayesinde bir bulmaca çözmeye benziyor. Treni bulduktan sonra da biletleri gösterirken, hatta trenden içeri binerken, tekrar tekrar sorma, teyit etme ihtiyacı doğuruyor gardaki karmaşa. Madrid’lilerin bu karmaşıklıkta nasıl yaşadıklarını bir Türk ve İstanbullu olarak dahi anlayamıyoruz, düşünün artık. Trende, yurt dışı seyahalerimizde sıkça yaşadığımız bir olgu yeniden başımıza geliyor ve o kadar insanın içinde, o kadar vagon ve koltuk varken, Madrid’de okuyan bir Türk öğrenci gelip tam arkamıza oturuyor. İllaki konuşacağız tabii, sağolsun kendiside bayağı yardımcı oluyor. Bilkent Üniversitesi’nde okuyup Madrid’e master yapmaya gelmiş genç, kız arkadaşını Toledo’ya götürüyormuş. Madrid’in kalabalığından, çok güzel sebze meyve ürünlerine sahip olsalar da yemek yapmayı bilmediklerinden bahsediyor.Ve bize en önemli katkıyı sağlayarak, Madrid merkeze iki metro durağı mesafesindeki, ‘’Parc des Attractiones’’ adlı eğlence parkından bahsediyor.
Normal tren ve otobüs ile daha uzun süren yol, bindiğimiz hızlı Toledo treni ile sadece yarım saat sürüyor. Yol boyu görülen renk, istisnasız olarak sarı. Şimdiye kadar gördüğümüz en güzel tren garında iniyoruz, Toledo tren garı-Estacion de Ferrocarril. Ahşap oymalı tavan ve pencere bezemelerindeki ince bir zevki yansıtan el işçiliği bilet gişeleri, bu küçük gar binasından hemen çıkmamızı engelliyor. Bina pencerelerinin zevkli karakteristik yapısı ise göz kamaştıryor.
Toledo tarihi yerleşimi, Jarema Nehri’nin çevrelediği, bir Mağrip kalesinin içi ve inilen tren istasyonundan biraz mesafesi var. Çok rahat yürünebilecek 10-15 dakikalık bu yolu katetmek için turistlerin çoğu, garın önünde bekleyen taksileri tercih ediyor. Toledo merkezine götüren belediye otobüsleri de var. Biz, kapıda bekleyen üstü açık kırmızı tur otobüslerini tercih ediyoruz. Sevdik bu otobüs işini. Sadece şehrin etrafını dolaştırıp, içeri merkeze kadar götüren turu alıyoruz. İsteyen, merkezde rehberli devam turu da alabiliyor. Oldukça kaba bir şekilde davranan ve ne zaman İngilizce, ne zaman İspanyolca konuştuğu belli olmayan rehberli turu alsak da bir şey anlamayacağımızı bildiğimizden, o kadar anlamak da istemediğimiz için, devam turunu tercih etmiyoruz.
Toledo’nun tarihi kent merkezi, nehir kıyısında bir tepede kurulmuş. Romalılar, bugün Alcazar’ın (kale)olduğu yere, bir kale inşaa etmiş, Vizigot’lar ise İ.S.6.yy.da burayı başkent yapmış. Ortaçağda kent, Hıristiyan, Müslüman ve Yahudi kültürlerinin kaynaştığı bir yer haline gelmiş. El Greco’da 16.yy.da Toledo’ya yerleşerek, burada pek çok eser bırakmış. Adeta bir açık hava müzesi olan Toledo, İspanya’nın çok kültürlü, çok dinli geçmişini yansıtıyor. Bugün turistlerce yoğun ilgi gören kent, Unesco’nun Koruma kapsamında.
Dışarıyı dolaşan bir tur almamızın asıl amacı şehir merkezine ulaşmak olsa da, ne kadar doğru bir seçim yaptığımızı, rehberim tüm sevimsizliğine rağmen sunduğu muhteşem manzara ile Toledo bizzat kendisi izah ediyor. Kentin içi, yapıları, tarihi elbetteki çok özel ama asıl nehrin çevrelediği bir tepede yükselen kent, dışarıdan baktığınız zaman, tüm samimiyeti ile fütursuzca ve son derece fotojenik pozlarla harika bir siluet veriyor. Bütün çıplaklığı ile korumasız ve saf olarak kenti ancak etrafından dolaşırken görebiliyorsunuz. Çevre turunu tamamlayınca otobüs, kent surlarından girerek, Alcazar’ın önünde, Carlos V Caddesi’nde indiriyor bizi. İtici rehberimiz, nece konuştuğu belli olmadan biraz bilgi veriyor ve kaç numaralı otobüslerle dönebileceğimizi anlatıyor. Aynı tur otobüsü ile dönmek daha pahalıya geliyor bu arada çünkü, dönüş için ayrı para istiyorlar.
Bir müddet çaktırmadan rehberin devam ettiği tur boyunca onu takip ediyoruz. CarlosV Caddesi’nden aşağı giriş surlarına doğru inince, Plaza de Zacodover Meydanı’na ulaşılıyor. Burası turistik nokta ve ne yapıp edip buraya ulaşmak gerekli çünkü, oturulabilecek yegane kafelerde, gara giden otobüslerin geçtiği durakta burada. Calle del Comercio ve Calle Hombre de Palo Caddeleri’ni takip ediyoruz, hala rehbere çaktırmamış olarak. Adı cadde olsa da, bolca hediyelik eşya dükkanları ile dolu, oldukça dar sokaklar buraları. Geldiğimiz yer Katedral Meydanı.
Toledo Katedrali’nin boyutları, yapının, İspanyol Kilisesi’nin ruhani merkezi ve İspanya Başpiskoposu’nun Makamı olduğu günlerdeki önemini yansıtıyor. Yapımı üç yüzyıla yayılması nedeni ile ( 1493 bitiş ) binaya farklı mimari üsluplar hakim; dış cephelerde uçan payandalarla Fransız gotiği, içmekanda ise Mudejar ve Plateresk gibi İspanyol tarzları. Katedral Meydanı’ndan sonra, içeri giren rehberi kaybediyoruz ve bir Uzakdoğulu gruba takılıyoruz. Gördüğümüz ilk pastanede çocukların çikolatalara atlaması üzerine, o grubuda çabucak kaybediyoruz.
Toledo‘da bolca pastane bulunuyor. Marzipan adlı badem ezmeleri ve türevleri ürünler çokça var ve olduça da çekici görünüyorlar. Bu aşamadan sonra, nereyi ne şekilde gezdiğimizi anlatmak mümkün değil çünkü, karmaşık ve grift yapısı ile bizde nereyi gezdiğimizin farkında olamıyoruz. Dar, kasvetli, sarımsı sokakları ile Toledo’nun içi, dışından görüldüğü kadar ilgi çekici değil ve kapsamlı bir haritanız olsa bile, geçilen sokaklar, haritada çizildiği gibi görünmüyor. Her yürüyenin peşine takıla takıla, bir şekilde bir yuvarlak çizdiğimizi farkediyoruz ve sonunda bizimkiler yeter artık diye bağırarak boğazıma sarılıp oracıkta kendi engizisyonlarını kurmak üzere iken, ilahi bir şekilde ışığı görerek, başladığımız meydana ulaşmayı başarıyorum. Pek çok tarihi kilise, dikkate değer dini yapı ve karakteristik özellikler sunan sivil yapıların arasında bir tek, at nalı şeklindeki kapısını açık bulduğumuz için İglesia de San Roman’a girebilmiş oluyoruz. Küçük tarihi kilise, kökenine uygun olarak, kentin Vizigot geçmişini anlatan basit bir müze. İç mekanın orijinal güzelliğini görünce de, iyiki karşımıza çıkmış diyoruz. Toledo’da bütün müze ve kiliseleri, hatta bütün sokakları gezeceğim derseniz bir gün yetmeyebilir, bu küçük ama ruhu büyük şehire. Bizim gibi çocuklarla dolaşıyorsanız ise, sadece fikir edinmek, ruhu ile tanışmasanızda hissedebilmek için, 1 en fazla 2 saat yeterli. Plaza de Zacodover Meydanı’nda bir kafede biraz oturup, üşüdüğümüz için bir çorba içelim diyoruz ve hayatımızın en kötü yeşil mercimek çorbasını tatmış oluyoruz böylece. Süzme kırmızı mercimek gibi yapılmaya çalışılmış yeşil mercimek çorbası, baygın bir mide bulandırıcılığa sahip. Tavuklu Paella daha yenilebilir düzeyde çıkıyor. Nede olsa Paella yöreye ve tercihe göre, içine çeşitli malzemelerin katıldığı safranlı bir pilav sonuç olarak.
Yabancı ülkelerde yerel ürünler tadılacaksa, yörenin en tanınmış, denenmiş yada bir bilenin önereceği restoranda tadılması gerekli fikrimi yineliyorum. Toledo’da, rastgele turistik bir restoranda yediğimiz ve bütün gün midemizi mahveden, üstelik iyide para ödediğimiz fiyaskodan sonra artık, turistik yerel spesiyalite denemek konusunda kesin olarak rest çekiyoruz ve konu kapanmıştır, daha da yemeyiz diyoruz. Madrid’e gelip, cumartesi dönmek yerine bir gün daha kalma sebebimiz Madrid dışında bulunan, Warner Park’ın bu mevsimde sadece, cumartesileri açık olması. ( www.parwarner.es ) Ancak Atocha tren garından, C3 Aranjuez yönünde gidip, Pinto istasyonundan bir başka tren ile Leisure Park durağında inmek gerekiyor. Yani, gitmek çok zaman alacak gibi görünen bu şehir dışı banliyödeki alternatif yerine, bizzat Madrid’lilerin methettiğini söyleyen trendeki Türk gencin önerisi, Parc des Attractiones, ulaşım kolaylığı ve kısıtlı süre yönünden daha cazip geliyor.
Placio Real’in arkasında yer alan Casa del Campo adında 17,5 km.lik bir alana yayılan eski kraliyet avlığı, bugün bir çam ormanı olarak, içinde çeşitli spor imkaları, göl, hayvanat bahçesi, akvaryum ve eğlence parkı barındırıyor. Bir teleferek ile yakındaki başka ormana, Parque del Oeste’ye bağlanıyor. ( www.teleferico.com )(www.zoomadrid.com ) Yürüme mesafesinde yakın olsada merkeze, metroyu kullanıyoruz. 10 numaralı hattın, Casa del Campo durağında inip, parkın ana kapısından girecekken, metrodan park oyuncaklarını görüp kendini kapıya atan çocuklar sayesinde, Baton durağında inerek, arka kapıdan girmiş oluyoruz. Öndende girsek, arkadan da girsek park, kalabalık Madrid ahalisini kaldırabilecek büyüklükte ve çılgın Madrid’lilere yakışan, çılgın oyunlara sahip mizaçta olduğunu hemen farkettiriyor.Her eğlence parkında olduğu gibi, yaş gruplarına göre ayrılmış oyun alanları ve yeme-içme bölümleri var. Belli bir konsept yok, anlaşıldığı üzere, heyecan ana tema. Bir çeşit devasa lunapark gibi görünen park için kesinlikle şunu söyliyebiliriz ki, Avrupa’nın belli başlı tüm eğlence parklarını gezmiş bir aile olarak, gördüğümüz en inanılmaz oyunlar burada. Bindik ve eğlendik anlamında değil, çılgınlık boyutunun erişilmezliği açısından.( www.parquedeatracciones.es )
Özellikle Tornado adlı, nerdeyse tamamını ters olarak gidip sayısız taklalar, burgular attığın roller-coaster, tamamen Madrid’lilerin kendini aştığının göstergesi. Tarantula ‘da sürekli dönme ve mide bulandırma konusunda aşağı kalmıyor. Daha yumuşak oyunlarında yer aldığı parkın kış olduğu için üçte bire yakını kapalı ama, buna rağmen Madrid’in her yeri gibi burası da kalabalık. Ve yine bu kadar farklı ülkede bu kadar çok eğlence parkı gezmiş biri olarak, en yaramaz çocuklarında İspanyol çocukları olduğunu söylemeliyim. Çocuklar doyasıya istediklerine binip, gezinin yorgunluğunu ve okula dönecek olmanın acısını çıkarıyorlar. Otele dönmek üzere Puerto del Sol’de indiğimizde neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Cumartesi olmasının etkisi ile zaten kalabalık olan meydan, hareket edilemez aşamaya gelmiş. Meydana açılan caddelere ise kalabalık değil, gürleyen insan seli demek daha uygun.