Çocukla Geziyorum

MADRİD – 7.gün Plaza de Toros,Bernabeu,MADRİD

11 Kasım Cuma 2011

Kulenin beşinci katında yer alan kahvaltı salonunda, binaların tepelerinde sıkça bulunan mitolojik figürlerin heykellerini seyrederek, güzel ve çeşidi bol bir kahvaltı yapıyoruz. İspanyolların spesiyali Manchego peyniri ( yumuşak tuzsuz ve sert tuzlu tipleri var, bir çeşit kaşar ) ve ‘’corizos’’ denilen sarımsaklı sucuk, ikisi de İspanya için önerilen gurme ürünler ama, çok iyi mertebesinde tavsiye edilebilecek gibi değil kanımızca. Domatesin türevi olan sos tipi ekmek üzerine sürülen kahvaltılıkların daha lezzetli olduğu tartışmasız. Nede olsa İspanya, bir domates ülkesi.

Otelden çıkıp, Passeo del Prado Bulvarı’na inerek, bu güzel geniş bulvarı geze geze, Atocha Renfe istasyonuna iniyoruz. 18.yy.sonlarında düzenlenen Passeo del Prado Bulvarı, o dönemde geliştiği için Bourbon Madrid olarak adlandırılan bölgede, müzelerin, görkemli yapılar ve şık otellerin bulunduğu geniş ağaçlıklı meydanları olan, elit bir kesim.

Adını bereket tanrıçası Kibele’den alan ve orta göbeğindeki çeşmede tanrıçanın bir figürünün bulunduğu Madrid’in en güzel meydanlarından biri olan Plaza de Cibeles Meydanı’ndan, Atocha Renfe tren garına kadar olan bölgede, Museo Prado ( Prado Müzesi ), Museo Thyssen Bornemissa ve Centro de Arte Reina Sofia müzeleri yer alıyor ki gerek İspanyol resim sanatının, gerekse batı resminin en nadide örneklerinin görülebileceği zengin müzeler bunlar.

Atocha tren garına girince, öncelikle bizi bir tropikal sera karşılıyor. Orta açıklıkta düzenlenmiş, yağmurlama sistemi ile nem ve rutubet sağlanarak, pek çok tropikal bitkinin öylece ortada yetişmesine imkan sağlanmış hoş bir alan. Ancak, zaten kalabalık ve sıcak olan garı, daha bir sıcaklaştırıyor.

Toledo için bilet almak istediğimizde, dönüş saatinin pek uygun olmaması nedeni ile bir müddet karar veremiyoruz. Çocuklar tropikal kaplumbağalarla oyalanırken, bizde 10 dakika kadar gezi planını gözden geçirip, tekrar bilet bankosuna döndüğümüz zaman, almak istediğimiz hiçbir saate yer kalmadığını öğreniyoruz. Görevli kadın bizi uyardığını ( evet ama biz anlamadık ) ve Toledo’ya her zaman çok talep olduğunu söylüyor. Oteldeki resepsiyon görevlisininde Toledo’ya gitmeden mutlaka www.renfe.es sitesinden, saatlerine bakıp yer ayırtmamız gerektiği konusundaki uyarısını hatırlıyoruz. Meğer ne meraklısı varmış Toledo’nun.

Mecburen tüm plan değişiyor ve ertesi güne bilet alıyoruz. Kalabalığa sinirlenmiş kendimize daha bir sinir olmuş şekilde, değişen gezi programı ile ilk iş garın tam karşısında önümüze çıkan Cenro Arte de Reina Sofia Müzesi’ne dalıyoruz.

Prado Müzesi, dünyanın en büyük müzelerinden biri ama, ağırlıklı olarak Velazquez, El Greco ve her devrin adamı olmakla eleştirilen Goya’nın resimlerini sergiliyor oluşu ve kapısındaki uzun kuyruklar ile bize çocuklarla gezmek konusunda cazip gelmiyor.

Batı resminin, Rönesans öncesi İtalyan ve Flaman eserlerinden, Ekspresyonizm ve Pop Art örneklerine ev sahipliği yapan  Museo Thyssen-Bornemissa’yı da çocuksuz bir başka zamane havale edip, İspanyol sanatının Picasso, Miro, Dali gibi sürrealist ressamlarını ağırlayan ve özellikle dünyanın en çok konuşulan resimlerinden biri olan Picasso’nun La Guernica adlı eserini çocuklara göstermek için Centro Arte Reina Sofia, uygun bir seçim oluyor.

İspanyol tarihindeki iç savaşı anlatan bu dev boyutlu tabloda, Yunan mitolojisinde insan eti yiyen boğa başlı yaratık Minotaur betimlenmiş. Picasso’nun New York’a gitmek ve uzun süre orada sergilemek zorunda kaldığı bu tablo ile karşılaştığımızda, bizim gibi düşünmüş bir anaokulu sınıfını komple yere oturmuş tabloyu seyrederken ve anlatılanları dinlerken buluyoruz. Resim sanatının önemli bir modern temsilcisi olan La Guernica’yı, bizim çocuklar ilkokulda da olsa görmüş oldukları için mutlu oluyorum.

Resimdeki boğa Minataur’dan sonra, İspanyollar için milli öneme sahip bir başka boğayı incelemeye gidiyoruz. Artık şehirde kaldığımızdan, bir günlük, otobüs ve metrolarda geçerli Madrid Card alarak, 2 numaralı kırmızı metro hattının Ventas durağında iniyoruz. Burası Grand Via’nın doğu istikametinde, Calle de Alcala Caddesi’nin devamı. Dama tahtası şeklinde yapılanmış şık Salamanca semtinin güneydoğusunda yer alıyor.

Plaza de Toros de las Ventas, en büyüğü( www.lasventas.com ) olmasa da, İspanya’daki en güzel boğa güreşi arenalarından biri. Cephesi tuğla kaplama ve girişleri at nalı şeklinde inşaa edilmiş yuvarlak formlu bir yapı.

Rehberli tur alıyoruz. Rehberimiz olan genç hanım, önce İspanyolca sonra İngilizce anlatıyor ve Allahtan iki dil arasında geçerken uyarıyor yoksa, ne zaman İngilizce, ne zaman İspanyolca konuşulduğu zor yakalanıyor. Ben, anlamamaya başlayınca İngilizceye döndüğünü fark ediyorum zaten. Türk olduğumuzu öğrenince, çok Türk olduğunu söyleyerek bayramımızı kutluyor.

Boğa güreşleri ‘’corrida’’, mayıs ayından ekime kadar yapılıyor ve çok ciddi taraftarları var. Matadorlar özel olarak yetiştirilen ve takım olarak sahaya çıkan sporcular. Yani asla tek kişilik bir gösteri değil, antrenörler, atlar, yetiştiriciler, seyisler, koçlar v.s. ile kalabalık bir ekip söz konusu.

Güreşler, 20 dakikalık bölümler halinde yapılıyor ve bir gösteri iki saate yakın sürüyor. Boğaların hepsi vahşi ortamda yetiştirilmiş, güçlü, çevik ve akıllı hayvanlar. Öldürülen boğaların etleri, yoksul ve kimsesizlere dağıtılıyor. Matador boğayı öldüremese de o boğa her halukarda kesiliyor, çünkü hafızaları çok güçlü olduğu için tekrar sahaya çıkarmak mümkün değil, yani sahaya çıkan boğa, baştan kaybetmiş durumda. Boğanın kalbi, sırtına çok yakın olduğundan sırtına nişan alınıyor ve cüssesine göre çok küçük olan kalbi tutturmak  da o kadar kolay bir iş değil.

Alışık olmayana vahşet gibi gelse de boğa güreşi  aslında bir ata sporu. Dayanıklılık, cesaret ve stratejik taktik gerektiren bir spor. Matadorlar, futbol ya da film yıldızları kadar popüler oldukları için, ünlü matadorları anlatan birde küçük müze var, Museo Taurino-boğa güreşi müzesi.

Çocuklar ilk kez hakkında bilgi edindikleri böyle bir spordan etkilenmiş görünüyorlar ve arenanın ortasına indiklerinde, sanki her an bir boğa fırlayacakmış gibi ürküyorlar. Farklı hayatlarda, farklı gelenekler ve farklı bir spor hakkında bilgi edinmiş olmaları ise hayatta kazandıkları bir başka artı.

Kan ve vahşet hikayesinden sonra ne kadar sevimsiz gelse de acıktığımız için, tapa‘ları oldukça methedilen popüler bir restoranı arıyoruz. Calle Maria Molina ile Calle Serano’nun kesişmesinde, Museo Galdiano’nun tam karşısında yer alan ‘’Jose Luis’’.

Daha ziayede Madrid’in elit ve iş kesiminin rağbet ettiği, az sayıda turistin bulunduğu, şık bir tapas bar burası. Bizim anladığımız dilde meze olarak tarif edilen ‘’tapa’’lar, ülkede yapılan yere göre çeşitli. Seçtiğiniz meze, genellikle bir dilim ekmek üzerinde servis ediliyor.( Barselonada daha farklı ) İstanbul Taksim’de, Duran Sandwiç’de neredeyse aynılarını bulabileceğiniz bu tapa’ların yöresel özellikte olanları, ( Kastilya-Bask- Katalan  v.s. ) farklılıklar gösteriyor elbette.

Yinede Jose Luis’deki lezzetler konusunda tartışmıyoruz. Ününü haketmiş olduğunu hemen belli ediyor. Tapa’ların yanında, İspanyol şarapları bir alternatif elbette ama ben, Madrid’lilerin tercih ettiği, kısaca ‘’fino’’dedikleri sherry çeşidini denemek istiyorum. Ve kola içseydim daha iyi olacaktı diye düşünmeden edemiyorum, lezzete katkısı olan bir içecek gibi gelmiyor.

Yanımızdaki masada oturan bir Fransız aile de yine bir İspanyol spesiyali olan, içinde patates dilimleri ile kalın bir omlet olarak yapılan ‘’tortilla’’yı deniyorlar ve onlar Fransız oldukları için tabi ki şarap içiyorlar. Sonuç olarak, şık bir mekanda, kalabalık olmayan kibar insanların arasında, lezzetli bir İspanyol öğleni yaşıyoruz.

Ailede üç erkek olunca ve Madrid’de futbol konusunda önemli bir şehir olunca, hali ile onlar baskın geliyorlar ve bir başka spor arenasına, dünyanın en büyük futbol kuküplerinden Real Madrid’in Bernabeu Stadı’na gitmek farz oluyor.

Bindiğimiz bir-iki durakta bile metro tahammül edilemez geldiği için, ulaşımı otobüse çeviriyoruz. Böylece, Passeo del Prado Bulvarı’nın kuzey istikametinde, turistik şehir merkezinin dışına doğru ilerleyip, devamı olan Passeo de la Castellana’yı görme, Madrid’in modern yüzüne tanık olma ve nihayet az kalabalık bir muhitte nefes alma imkanı buluyoruz. Merkezden kuzeye çıktıkça Madrid sakinleşiyor, o çılgın kalabalık ve kargaşadan arınarak, modern yüzünü gösteriyor.

Santiago Bernabeu Stadı, futbolun efsanevi stadyumlarından ve görkemi ile göz kamaştırıyor. Bir tur programı şeklinde gezebiliyorsunuz. Ancak giriş ücretleri astronomik, futbolcu transfer ücretlerinin nasıl temin edildiğinin göstergesi. Hem pahalı, hemde stad inanılmaz büyük olduğu için ilgi duymayan hanımların, dışarıdaki caddedeki mağazaları yada karşıdaki El Corte İngles’i ( büyük mağaza ) gezmeleri doğru bir öneri olacaktır. Ancak, futbolu sevenler için de, adeta bir mabet.

Sahaya inmek, yedek kulübesinde oturmak, şampiyonlar ligi kupalarının gerçeklerini görmek ( Türkiyede bu şans yok tabii ) soyunma odalarına bakmak, oyuncuların geçtiği tünelden geçmek, basın açıklaması yapılan masada oturmak ve fotoğraflanması para karşılığı olan ancak Çaka’nın küçüklüğünden dolayı dikkat çekmediği için kaçak fotoğrafladığı son şampiyonlar ligi kupası ile fotoğraf çektirmek, elbette çocukları da, Tekin’i de ziyadesi ile mutlu ediyor. Uzun süre facebooku meşgul edecekleri açık.

Yine, otobüs ile dönüyoruz. Madrid’in en belirgin yol akslarından olan Castellana Bulvarı’ndan Atocha Renfe istasyonuna kadar, bu geniş ve güzel birbirini takip eden bulvarları, yaklaşan akşamın telaşındaki Madrid’lileri seyrederek gezmiş oluyoruz. Madrid Centro’nun kuzeyinde kalan yerleşim alanları, merkez karmaşasından uzak, nezih ve kendi halinde. Özellikle Plaza de Colon Meydanı ile Plaza de Cibeles Meydanı arasındaki, Paseo de Recoletos Bulvarı’nda, hoş bistrolar ve güzel oteller dikkat çekiyor.

Müzelerin sıralandığı Paseo del Prado’da aynı kaliteyi devam ettiriyor. Museo Thyssen-Bornemissa durağında inerek, herekesin yukarı yürüdüğünü gördüğümüz  Carrera de San Jeronimo Caddesi’nden çıkmaya başlıyoruz. Beş yıldızlı oteller, kongre merkezi’nin varlığı ile örtüşüyor. Düz gidilirse, Puerto del Sol Meydanı’na çıkılıyor ama, kalabalığı takip ediyoruz ve Calle del Prado Caddesi’nden ilerleyerek, gittikçe artan tapas barlar, restoranlar ve kalabalık sonrasında, Plaza de Santa Ana Meydanı’na ulaşıyoruz. Küçük, kare formlu meydanın etrafı, envai çeşit tapas barla dolu, aynı şekilde meydana açılan caddelerde öyle. Madrid’in elit yüzü bir anda değişip, kendini Madrid’in çılgın yüzüne çeviriyor. Bu kadar çok insan nerden geliyor buraya, hepsi turist olamaz diye düşünüyoruz.

Bulunduğumuz küçük meydan Plaza de Santa Ana ve çevresi, Madrid’e gelip, gece Madrid tarzı birşeyler yemek içmek isteyeceğiniz nokta. Yada kaba bir tasvir ile, Puerto del Sol’un kuzeyi alışveriş, güneyi yeme-içme bölgesi.

Kalabalıktan tapas barlarda yer bulamadığımız için ve Sol’un çılgınlığına da girmek istemediğimizden, gecenin yaklaşan mavi saatinde, gözümüze güzel görünen meydandaki açık alanda, herhangi bir restoranda oturuyoruz. İspanyolların ünlü domates çorbası ‘’gazpacho’’yu denemek istesek de, mevsimi olmadığı için ( yaz olmalı )yapamadıklarını söylüyorlar. Nasılsa turist diye ketçap basılmış bir çorba getirmemelerini taktir ediyorum. Paella’nında hazırlanması 20 dakika süreceğinden daha basit herhangi seçimler yapıyoruz.

Yemekten sonra, Plaza de Santa Ana’dan kısa bir yürüyüş ile ulaştığımız Plaza de Benavente aynı kalabalığı devam ettiriyor ama bu meydan daha ziyade ulaşım merkezi. Pek çok otobüs durağı ile sinema ve tiyatro yer alıyor bu bölgede.

Bolsa Caddesi’nden ilerleyip, aynı adlı ünlü lokantanın önünden geçip, Plaza Mayor’un doğu kapısına ulaşıyoruz. Plaza Mayor’un güneyinde, Cuchilleros Caddesi’ni devam ettirirseniz, Cava Baja ve Cava Alta Caddeleri’ne ulaşılıyor ki, bu caddelerde Madrid’in en methedilen tapas barlarından, ‘’cervejeria’’larından, geleneksel formatta olanlarını bulmak mümkün.

Yine Calle Cuchilleros üzerinde ise, ’’Dünyanın en eski restoranı ‘’ ( 1725) olarak Guinness Rekorlar Kitabına giren, El Sobrino de Botin ‘i bularak tipik Kastilya yemekleri tatmak mümkün. Sadece görmek bile bize yetecekken, kalabalık yüzünden ve yorulduklarından, çocuklar söylenmeye başlayınca, daha fazla uzatmıyoruz ve geldiğimiz yoldan dönüp, Madrid’in akşam yemeği karmaşasından, otelimizin sakin odasına kendimizi atıyoruz.

İstanbul’a dönünce asla kalabalık demeyeceğiz….

 

madrid-8-gun-toedoparc-des-attractiones

boga-guresi-ispanya-madrid

 

Paylaşın: