12 Ağustos Cuma 2011
Sallantı aşırı boyutta olduğu için, can yeleklerine yakın ve uyanık kalmak telaşından dolayı uykusuz geçen bir gecenin ardından, sabahın 7 ‘sinde kahvaltıda oluyoruz. Çünkü ancak öğlen 12.00 ye kadar Girit’te kalınacak ve bu gezinin bizim açımızdan özellikle görmek istediğimiz bölümü Girit.
Girit, büyük bir ada. Yunanistan’ın en büyük, Akdeniz’in beşinci büyük adası. Ege’nin ve ada gruplarının bayağı güneyinde kalıyor. Gece gelirken sallanmamızın bir nedeni de açık denize çıkmış olmamız.
Girit’in merkez kasabası Heraklion (Kandiye ) aynı zamanda Yunanisten’ın da en büyük şehri. Girit, Avrupa’nın ilk uygarlıklarından biri olan Minos krallığına (yaklaşık MÖ 3000-1400 arası) beşiklik etmiş.
1645’de ise İbrahim Paşa’nın fethi ile Osmanlı egemenliğine girmiş. 250 yıllık bir Türk hakimiyeti ve adanın Türk halkı ile karışmasından sonra ise Cumhuriyet öncesinde, Anadolu’ya tersine göçler başlamış. Girit mutfağı, biz Türklerin tanıdığı ve methini duyduğu özellikle ot yemekleri ile öne çıkmış bir mutfak.
Tabii Girit’i sadece mutfağı ile tanımak haksızlık. Çünkü M.Ö. 1500 yıl boyunca adada hakim olmuş Minos kültürü çok ileri bir uygarlık ve Avrupa kültürünün de kaynağı kabul ediliyor.
Büyük heyecan ile gemiden çıkmadan, rehberlerimize Knossos Sarayı’na nasıl gidebileceğimizi soruyoruz, tur yetkililerinin harita diye verdikleri fotokopilerde bir şey okunamayınca. Şehir merkezinden otobüsle 40 dakika, taksi ile yarım saat sürdüğünü söyleyerek hayallerimizi yıkıyorlar. O zaman tur şirketi olarak neden bu saraya bir gezi planlamak yerine illaki komisyon alacağız diye alakasız bir bağ evi ziyareti gibi vasat bir program hazırladıklarını sorma isteğimi, kavga çıkararak kapıda insanları bekletmemek adına yutuyorum.
Gümrükten geçip, doğru düzgün bir harita edinerek, limandan şehir merkezine kadar yaklaşık 10-15 dakika yürüyoruz.
Limana hakim olan küçük kale Venedik yapımı. Kent 13.yy da Osmanlılardan önce, Venedik hakimiyetindeyken Ege Bölgesi’nin merkezi imiş. Candia adını da o zaman almış.Venedik tersanesini geçip, kalenin önünden, hafif bir rampa ile 25thAugoustou Caddesi’nden yukarı doğru çıkmaya başlıyoruz. Bu cadde hediyelik eşya dükkanları, kafeleri ile tipik bir turistik çarşı.
Yol üstündeki El Greco Parkı, Girit’li ünlü ressama adanmış. Ancak maalesef, El Greco’nun ,irit’te sadece tek bir eseri bulunuyor. Tanrıların Ayak Bastığı Sina Dağı Manzarası – 1570 Tarih Müzesi. Hemen yakınındaki 16.yy.yapımı Agios Titos Kilisesi ise bir zamanlar camii olarak kullanıldığını saklayamıyor.
İlerleyince, Venedikliler’den kalma Loggia karşımıza çıkıyor,V enizelous Meydanında. ( Plateia Venizelou ). Burası 17.yy ada soylularının buluşma yeri, bugün ise Belediye Binası.
Plateia Venizelou ’nun etrafı cafe’lerle ve özellikle kahvehanelerle çevrili. Kahve çeken dükkan sahipleri ile oturmuş kahve içen insanlar. Bu bildiğimiz Türk kahvesi yada onların deyimi ile Yunan kahvesi. Sonuçta her iki ülkede de kahve yetişmediğine göre, biryerlerden gelen kahve çekirdeklerini çekerek, Türk tipi yada aynısı olan Yunan tipi pişirme şekli ile pişirerek içilen bir yer. Modern bir cafe görünümünde olanları da var, ağaç altı taburelerde oturulup içilen yerleri de.
Nitekim, bir anda karşımızda bizden önce buraya ulaşarak, 16.yy Benbo Çeşmesi’nin yanında bulunan Osmanlı tulumba binasından dönüştürülmüş bir kahvehanede, ağaç altında oturmuş kahve için rehberler çıkıveriyor. Neden tur şirketlerinin birkaç senede bir batıp kapandığı belli. Alternatif turlar düzenleyip para kazanmak için kafa yoracaklarına, rehberler kendilerini gezdiriyorlar.
Trafik yolundan karşı caddeye geçtiğimizde Openmarket denilen bir başka sokağa geçiyoruz ki bildiğimiz Tahtakale. Aynı düzen, aynı tarz, aynı ucuz eşyalar, neredeyse aynı baharatlar, v.s. Tek fark, bizim esnaf bir şey satayım diye gözünün içine bakarken, buradakiler yine ve ısrarla mallarının düzenini bozdurmuyorlar.
Fiyat sorduğumuz bir satıcı, almayacağımızı anlayınca beş karış suratla malını oynattığımız milimetrik noktayı düzeltip daha biz orada iken arkasını dönüyor. Nedir bu düzen tertip manyaklığı anlaşılır gibi değil. Temenni değil ama Yunanistan, kendi ekonomik çöküntüsünü kendi hazırlamış gibi. Malını düzeltmeye üşenen adam, üretme sıkıntısına nasıl girsin.
Market’in sonunda, Averof Caddesi’ne dönerek, Elefterias Meydanı’na çıkıyoruz. Yanyana Cafelerin bulunduğu ve gösterilerde kullanıldığı anlaşılan pankartların ( ekonomik kriz nedeni ile birde hükümeti eleştiriyorlar) asılı kaldığı meydanın köşesinde, Arkeoloji Müzesi bulunuyor.
Bu müze aslında neredeyse yarım saatte gezilebilecek kadar küçük ama dünyanın en önemli Minos eserleri koleksiyonuna sahip çünkü başka yerde yok. Knossos ve Phaistos Sarayları’ ndan çıkarılanlar, 3000 yıl önce yaşayan bir uygarlıktan kalanlar, sınırlı sayıda ama çok etkileyici. Sanatlarının inceliği, gelişmişlik düzeyi, tasarım gücüne yansıyan ince espri anlayışı şaşırtıcı.
Boğa, Minos kültüründe önemli bir figür ve gücün sembolü olarak sıklıkla kullanılmış. Bir başka şaşırtıcı unsur ise resimlerde de rastlanıldığı üzere, o dönemde ciddi akrobasi yapan insanlar olması. Fresk ve resimlerde sık sık dans eden, spor yapan insan figürlerinin olması, Yunan olimpiyatlarının atası Minos uygarlığı ve ilk olimpiyatlar da yoksa Girit’te mi yapıldı diye düşünmemize sebep oluyor. ( Olimpiyat kelimesinden ziyade spor müsabakaları demek daha uygun tabii –Olimpiyat kelimesi Atina’ya ait ).
Hatta daha çılgın bir düşünce ile yine sıkça kullanılan yunus figürlerinden, sanatlarının ileri düzeyinden ve resimlerden anlaşılan yüksek yaşam standartlarından dolayı, acaba kayıp kıta Atlantis fikri de Girit’ten mi doğdu düşüncesine kapılıyoruz. (nitekim daha sonra aynı fikri okuyorum )
Bir cam fanusta gördüğümüz Minos evi maketi ise Yunan adalarının ( dolayısı ile Bodrum’un ) beyaz badanalı kare formatlı evlerinin ilkel bir versiyonu. Bu ince bir zevke ve üst zekaya hitap eden ileri uygarlık, Yunan kültürü tarafından göz ardı edilmiş, daha doğrusu sahiplenilip bastırılmış gibi hissediyoruz.
Günümüz deyimi ile ‘’design’’ tasarım dehası, el işçiliğindeki ustalık, zarafet, sanatsal estetik gördüğümüz az sayıdaki parçada bile bizi etkiliyor. Girit’e daha çok zaman ayırıp Knossos ve Phaistos
saraylarına gidemediğim için iyice bir sinirleniyorum.
Küçük ama etkisi büyük müzede, bir müddet de bugüne kadar kimsenin anlamını ve gizemini çözemediği Phaistos kursu önünde bizde çözmeye
çabalayıp, evde devam etmek üzere, bir tane de kendimize almaya karar veriyoruz.
Müzeden çıkınca Dikeosinis Caddesi’nden, geldiğimiz yola 25thAugustou Caddesi’ne geçerek bu cadde ile Dedalou Caddesi’nin ve yan yolların da Heraklion şehrinin şık mağazalarının bulunduğu bölge olduğunu fark ediyoruz.
Bir cafede oturup, Türk kahvesinden bir farkı olmayan Yunan kahvesini illaki tadarak gemimize dönüyoruz. Eğer adada daha uzun süreli kalmış olsaydık, diğer kasabaları Retimnon ile Khania’ ya ( Hanya ) köy ve çiftlikleri ile adanın kırsalı olan Archanes’e ve doğa harikası Samaria Koyağı’na mutlaka bir göz atmak isterdik.
Ada geneli hakkında fazla bilgi sahibi olamadan dönmemize rağmen H eraklion şehri, Atina’dan daha hoş geliyor gözümüze, belki deniz kenarı olmasından, belki daha modern ve temiz bir görüntü sunmasından.
Girit Limanından çıkar çıkmaz, güvertedeki küçük havuzun sularını boşaltacak kadar kuvvetli sallantı yine başlıyor. Gemide pek çok aktivite ve eğlence olsa da ayakta durabilmek mümkün değil. Bir gaflete kapılıp asansöre de binince soğuk terler dökmeye başlıyorum. Gece uyuyamadığımız uykuyu tamamlıyoruz mecburen. Sadece yatmak mide bulantısını engelliyor. Bebekleri uyutmak için salla salla mideleri bulanmaz mı diye düşünür dururdum, bulanmıyormuş.
Akşamüstüne doğru Santorini’ye yaklaşmaya başlayınca dayanamayıp güverteye çıkıyoruz. Çöken adaların kalanlarının arasından, tepede bir kontur gibi sıralanmış beyaz evleri ile Santorini çok güzel görünüyor.
Santorini, Güney Ege volkanik yayı üzerinde bulunan birkaç eski volkandan biri. Minos dönemi sırasında ( İ.Ö.1450 ) Santorini’ye bugünkü yarım ay şeklini veren büyük patlama olmuş. Girit’teki Minos Uygarlığı’nın da çökmesine sebep olan bu depremler ve tsunamiler sonucu ( Atlantis tezimi doğruluyor ) adanın ortasındaki çöken alana suların dolması ile bugün yarım ay şeklinde dik yamaçlı kenarları olan bir adaya dönüşmüş durumda.
Adanın merkez yerleşimi Fira köyü. Ancak Santorini’ yi tasvir eden resimlerde sıkça görülen mavi kubbeli kilisenin bulunduğu manzara, adanın ucundaki Oia köyünde. Oia köyü, adanın yarım ayının ucu olduğu için buradan tüm ada manzarası, benzersizce görülebiliyor.
Fakat tur şirketi, Oia köyüne götüreceği halde son dakika gemiden çıkmadan, aşırı rüzgar sebebi ile Oia köyü gidişini iptal ediyor.
Gemilerin yarım ayın ortasında yanaşacağı bir liman yok. Çöküntü alanı olduğu için de çok derin. Bu 450 m.derinliğe ancak çok büyük gemiler demir atarak durabiliyor, diğer gemiler ise yolcular gelene kadar ada etrafında tur atıyorlar.
Limana yanaşma durumu olmadığı için Thunderboat’lar gemiye yanaşarak yolcuları tepeye çıkılan teleferiğin bulunduğu kıyı noktasına bırakıyorlar. Gemiden boşaltım kat sırasına göre yapılıyor ve en sona kalarak bayağı bir zaman kaybetmiş oluyoruz. Başka gemiler olduğu için teleferikte de inanılmaz kuyruk beklenince, geriye kalıyor kuş gibi sadece bir 45 dakika.
580 basamağı teleferik beklemeyip yaya yada katırlarla çıkmak mümkün ama rehberler yaya çıkışı, eşeklerin pisliğinden, kalabalıktan ezip çarptıklarından dolayı o kadar kötülüyorlar ki mecburen teleferik kuyruğunu bekliyoruz.
Teleferik sırasında arkalarımızda dolaşırken tepeye çıktığımızda rehberlerin, büyük olasılıkla katırlara bindikleri için, yine bizden önce
geldiklerini görüyoruz. Daha sonra tepeden gördüğümüz üzere katır yolununda söyledikleri gibi olmayıp, gayet temiz göründüğü gibi katırdan çok da çıkan insan olduğu anlaşılıyor. Bu arada aşırı rüzgar dedikleri için aldığımız montlar sıcaktan ve bir gram esmemesinden dolayı elimizde kalıyor ayrıca.
Sonuç olarak Santorini’de, Fira kasabasını dolanmak ve tekrar aynı kuyrukla aşağı inmek için kalan 45 dakikamızda, Santorini dünyanın en güzel güneş batan yeri diye tur satıp güneş batmadan gemiye dönmek zorunda bırakılarak, hızlıca boydan boya bir yürüyoruz.
Santorini’nin sunduğu manzara o kadar yumuşak bir güzellikteki uzun süre sinirli kalmak mümkün değil. Olsa olsa böyle bir güzelliğin, sabahını akşamını, günbatımını, her an ve saniyesini neden daha fazla izleyemedim diye kendi kendinize dövünebilirsiniz.
Muhteşemliğini tamamen volkanik çöküntüye borçlu olan ada da,
bu manzaradan nasibini alabilmek için yapılar dip dibe ve uçuruma doğru sıralanmış ve adanın tarzını yaratan da bu özellik olmuş. Birbirinin üstünde alabildiğine cafeler, oteller, evler… Haklılar tabi
çünkü bak bak doyulacak gibi değil. Aşağıdaki cruise gemilerinin bile yakıştığı
bu şiirsellik, ben değilim diyen insanı bile romantik yapar. Santorini’ye kiminle gidildiğine dikkat etmekte fayda var, çünkü öyle bir manzara ki yanınızda kim olursa olsun bu romantizmle aşık olmak işten bile değil.
Yalıyara paralel uzanan dar yaya yolları boyunca kalabalıkla birlikte ilerliyoruz. Yemek mekanları, mağazalar ve cafeler şık ve çeşitli. Kaliteli bir görünüm hakim. Satılan ürünlerin çoğu orijinal şeyler. Pek çok tasarım oteli de illa gel burada kal diyor. Bizde, ala ala, adanın volkanik taşından bir parça alıyoruz.
Bizden önce dondurma almış yiyerek önümüzden geçen rehberlere nispet karşı dondurmacıdan onların yediği sakızlı dondurmadan deneyerek Ayvalık’takinden farklı olmadığını tespit etmiş oluyoruz. Manzara yönüne aksi istikamete açılan bir sokağa girince karşımıza uzaktan bir başka deniz, adanın arka tarafı çıkıyor. Dondurmalar elimizde eriyerek kalıyor. Meğer adanın arkası dümdüz geniş kumsallara sahipmiş.
Hınca hınç şıkışmış tepe yerleşim, kalabalık, gürültü, thunderboata binme telaşı, bitmeyen teleferik kuyruğu, katır ve katırcılar derken bu muazzam karmaşayı, sanki gülerek seyreden huzur içinde sakin bir kumsal bize bakıyor, biz ona bakıyoruz. Demek ki thunderboat işletmesi, teleferik işletmesi ve katırcılar para kazansın diye düzenlenmiş bir sistem hakim.
Tabii Santorini’yi Santorini yapan bütün özelliğin ve güzelliğin yamaç tarafında olduğu düşünülürse çok haksız bir uygulama değil. Yine de insan ilk gördüğünde o kadar itiş kakıştan sonra ne günahımız vardı diye bir yutkunuyor ister istemez.
Unutulmaz manzarada unutulmaz bir günbatımı yaşayamadan ve Fira köyünün asıl ilk yerleşimi olan yamaçtaki daha dar sokakları gezemeden mecburen teleferek kuyruğuna giriyoruz. Teleferikde, İrlandalı bir çift düşüyor yanımıza. Sürekli olarak ve karşısındaki herkesin anadili İngilizce sanarak konuşuyorlar. Sadece 2 hafta önce denize inmiş olan dünyanın en büyük gemilerinden biri, aşağıda bekleyen Emerald Princess ile geziyorlarmış. Bize sorunca onlarınkinin yanında filikası gibi duran ve yaşlılıktan dağılmak üzere olan ezik gemimizi göstererek iyice eziliyoruz.
Adam teleferikten korkuyor ve heyecanlanıyor. Bu fırsatı kaçırmayan Çağan, 70 kilosu ile birlikte şöyle bir kalkıp zıplayınca, ufacık kabinde adam korkudan morarma noktasına geliyor ve böylece ezik gemimizin öcünü almış oluyoruz.
Gemi yavaş yavaş ayrılırken, tepedeki bembeyaz kasabanın üstünde akşam mavisi pürüzsüz
bir gökyüzünde, kocaman bir dolunay yavaş yavaş belirerek , ‘’ mutlaka tekrar geleceksiniz biliyorum ‘’ diyerek bizi uğurluyor….http://youtu.be/Jc_ccCuLCVQ
atlantis-efsanesi-yunanistan-girit
yunan-adalari-5-gun-izmir-donus