23 Eylül Çarşamba 2015
Güney Fransa’da bulunan Nice’in doğusunu gezmeye başlarsanız, Villefranche, Beaulieu sur Mère, Monaco ve Fransa’nın İtalya sınırındaki son şehri Menton’dan geçerek yolunuza devam edebilirsiniz. Sınır ötesi İtalya’nın bir zamanlar müzik yarışmasıyla bizim nesillerin hafızalarına kazınmış olan San Remo kasabası ve nihayetinde önemli bir liman şehri olan Cenova, dönmeden ilerleyenlerin karşısına çıkar. Cenova’nın bulunduğu, Portofino gibi turistik klişe sahil kasabalarını barındıran Cinque Terre bölgesiyle, Nice ‘in bu doğu sahilleri Akdeniz’in olağanüstü güzelliğini en görkemli manzaralar eşliğinde görebileceğiniz bir rüya bölgesidir adeta.
İtalya bir başka yazının konusu olarak kalsın bu yazımıza Fransız Rivyerasının, özellikle dünya jet setinin ve zenginliğin hatırı sayılır boyutlarından çok daha erişilmez noktalarda olanların tercih ettiği kesiminden söz edelim.
Biz, her ne kadar araç kiralayıp geziyor olsak da çok güzel bir tren sistemi bulunuyor. Güzel olmasının nedeni tren yolunun çok eskiden yapıldığı için tamamen sahil boyunu takip ediyor oluşu. Yani Fransız Rivyerasını trenle, üstelik hiçbir manzarayı kaçırmadan kolayca gezebilmeniz mümkün. Trenin geçtiği sahil yolu haricinde araçlar için bir ‘’ Orta Yol ’’( Moyenne Corniche ) ve tamamen görüş alanından uzak tepelerden kestirme giden bir üst otoyol var.
Nice’in eski şehir yerleşiminin yer aldığı tepelik alanı döner dönmez karşınıza eski liman çıkıyor. Adı ne kadar eski olsa da bugünkü haliyle pırıl pırıl bir yat limanı ve marina. Marinayı dönen diğer tepelik ‘’corniche’’ olarak adlandırılıyor ki bu bölgenin pahalı yazlıkları da denize bakmanızı engelleyecek cinsten.
Villefranche
Korsika’ya gemi seferlerinin yapıldığı limanı ve yazlık bölgesini geçer geçmez, Côte d’Azur bölgesi içinde Fransızlar tarafından dahi Paradis’’- cennet olarak tariflenmiş mütevazi dar bir koya geliyorsunuz. Burası, ilk gördüğüm yaklaşık 8 yıl öncesinden beri hiç değişmeyen favorilerimden biri olan ve hatta resimleri bilgisayarımda masa üstünü süsleyen, Villefranche.
Cap Ferrat burnu arasına sıkışmış bu daracık koyu hem yukarıdan hem de aşağıda sahil kesiminden mutlaka görmek gerek. Dar ve küçük olmasına rağmen şaşırtıcı derinliği nedeniyle tüm cruise gemilerinin demirlediği bu koy, denizin koyu turkuazına karışan lacivert tonu nedeniyle insanın ömrüne ömür katan bir etkiye sahip. Bu nedenle midir bilmiyorum sahil yolundan geçerseniz eğer mutlaka kıyıda banklarda oturan pek çok yaş almış hanımı görmek mümkün oluyor.
Tepe yoldan giderseniz dayanamayıp illaki fotoğraf çekmek, bu güzelliği solumak için durup baktığınızda , çam ağaçlarının canlı taze yeşil dalları arasından Cap Ferrat Burnunun Akdeniz’in içine doğru sanki yakalamak ister gibi el uzattığını görüyorsunuz. Kıyı şeridinin darlığı nedeniyle Villefranche yerleşimi tepelere doğru yayılmış ve neredeyse tüm yamacı kaplamış. Kıyıdaki kumluk plajda yüzenleri seyrederken denizin derinliklerini fark edebiliyor olmak ise size bulunduğunuz yükseklikten dahi içine atlama isteği veriyor.
Sahilde tren istasyonunun biraz yukarısında yer alan Chapelle St.Pierre yıllarca balık ağı deposu olarak kullanıldıktan sonra 1957’de restore edilerek iç dekorasyonu, ünlü sanatçı Jean Cocteau tarafından yapılmış.
Cap Ferrat
Bu mütevazi bir zamanların balıkçı kasabasının ucunda yer alan Cap Ferrat burnu ise, Villefranche’ın sade basit yapısı ve sahildeki sakin kibar insanlarının aksine, Fransız Rivyerası’nın en görkemli bazı villalarına ev sahipliği yapıyor. En tanınmışı Villa Mauresque, sahibi Somerset Maugham’ın 1926’da ölmesinden sonra Winston Churchill ve Windsor Dükü gibi pek çok önemli konuğu ağırlamış.
Yarımadanın en dar yerinde tepede duran ve çevrelediği duvarlarla kale yapısını andıran siluetinin görülmemesi imkansız olan Fondation Ephrussi de Rotschild malikanesi ziyarete açık. http://www.villa-ephrussi.com/ Marie Antoinette’e ait özel eşyalar, resimler ve Fragonard’ın resim taslaklarından oluşan malikanenin sahibi Barones Rotschild’a ait koleksiyon muhafaza edilmiş.
Yarımadanın baktığı diğer yüz olan Beaulieu tarafına bakan eski bir Yunan konutu tarzında inşaa edilmiş Villa Kerylos da mozaik ve mobilya reprodüksiyonlarıyla ilgi gören bir başka ziyaret noktası.
Beaulieu sur Mer
Monaco’ya kadar süren sahil şeridinde son yerleşim noktası Beaulieu sur Mer, Fransızcadan tercüme edersek kelime anlamıyla ‘’Deniz üstündeki güzel yer.’’ Marinası ve plajları olan bir sayfiye şeridi gibi görünse de araba ile içinde kaybolduğumuz için rahatça fark etmiş olduğumuz üzere oldukça fazla sayıda yerleşik nüfusa sahip. Yamaçlara doğru asılı konutlar daha ziyade hafta sonu veya yazlık olarak kullanılıyor gibi.
Sahil boyunca devam eden tren yolunu neden takip edemeyerek kaybolduğumuzu anlayamadan mecburen üst orta yola ( Moyenne Corniche ) çıkmak için bolca dönemeçli daracık yolları tırmanarak, teras teras yamaçlara sıralanmış son derece bakımlı, hatta ev boş olsa da dışındaki bahçeye bizzat belediyenin baktığına tanık olduğumuz şahane evler geçiyoruz. Bu arada bitki örtüsü, Bodrum’daki kadar coşkun ve egemen olmasa da begonvil ama asıl yoğunluk mavi yaseminlerde. Palmiye ağaçları da görsel olarak dekoratif etkilerini sunmaktan geri kalmıyorlar.
Éze
Kısa bir sürüşle Éze kasabasına geliyoruz. Geldiğimiz ve paralı otoparkın bulunduğu kasaba güncel nüfusun yaşadığı alan Éze Ville. Gezilecek yer kısa bir tırmanış ile yürüyerek çıkacağınız ortaçağ kasabası Éze. Akdeniz’in geniş ufuklarına hakim denizden 429 metre yüksekte bir kayalığın tepesine konumlanmış bu 14.yy dan kalma küçük kasabacık, benim ilk gördüğüm günden beri hayran olduğum, her fırsatta herkese anlattığım, her gidişimde mutlaka tekrar gitmek istediğim ve şu anda kafaya taktığım üzere mutlaka bir gece kalmak istediğim, orijinalliğinin çok büyük bir bölümüyle yaşayan bir gökyüzü cenneti benim için.
Arabayı bıraktığımız otoparkın önü Turizm ofisi, kasaba küçük de olsa bir harita ediniyoruz. Yukarı çıkan yolun başında otobüs durakları var, otoparka park ederseniz bedava olarak kullanabiliyorsunuz ama yol, otobüsü beklemeye değecek bir mesafe değil, yokuşta yormayan hafif bir eğime sahip. Kale duvarlarına gelmeden Niezsche Yolu denilen bir merdiven geliyor önce ki ünlü düşünür ‘’Böyle Buyurdu Zerdüşt’’ eserinin bir bölümünü burada yazmış.
Sarazin( Müslümanlara verilen genel ad ) saldırılarından korunmak için yapılmış kasabayı çevreleyen sur duvarların giriş kapısından geçince bir meydancık çıkıyor önce karşınıza ve darlığından ana yol olduğunu düşünemediğiniz yollara ayrılıyor. Rue Principale – ana yol, takip ederek ister aşağı ister yukarı, ister düz, dönüp dolaşmak yarım saatten fazla almayacak bir korunaklı taş yapılar yerleşimi Éze. Biraz içgüdüsel olarak, kendinizi dar sokakların gönlünüze hitap eden çekiciliğine bırakarak gezmek en güzeli.
Kasaba önceleri, haçlı seferleri döneminde kendilerini batı olarak lanse eden bölge insanlarının, müslümanlara verdikleri genel ad olan Afrika’dan gelen Sarazenler’den korunmak amacıyla inşaa edilmiş. 1388’de Savoy Düklerinin yönetimine girmiş. 1543’te ise Kral I. François döneminde, Kanuni ‘nin gönderdiği Osmanlı kuşatmasına maruz kalmış.
Biz önce karşımıza gelen Hotel Chèvred’Or – Altın Keçi oteli ( Chateau de la Chèvre d’Or ) http://www.chevredor.com/fr/chateau-chevre-d-or-eze-official-site.php ne bir göz atmak üzere Rue du Malpas’a sapıyoruz. Burası Relais&Chateau oteller grubu üyesi. Yani özel tarihi mekanlarda yer alan otellerin oluşturduğu bir konaklama grubu. Adını efsanevi masalsı kahraman Altın Keçi’den alan otel, Éze’in en öndeki sıra evlerinin tamamından oluşuyor. En ön ve en güzel cepheyi alarak konuklarına olağanüstü bir manzara vadediyorlar. Fakat yapıların dış yüzleri ve ebatlarıyla asla oynamamış olmaları dışarıdan bir otel olduğunu anlamanıza imkân vermiyor.
Türk arkadaşları nedeniyle ne konuştuğumuzu az çok anlayan bir garsonu olan terasında oturup manzaranın tadını çıkararak hayatımızda içtiğimiz en pahalı kapuçinoları içiyoruz ama olsun yine de bir gün burada kalabilmek hayalimden vazgeçmiyorum. Çok ısrarla cam aralarından, deliklerden, yarı açık kapılardan içerisine bakma çalışmalarıma rağmen ayrı yapılardan oluşan odalar hakkında fazla fikir edinemiyorum ama kısaca şöyle bir gördüğüm üzere modern döşenmiş olduğu hükmüne varıyorum. Buna karşılık otelin barı kabul edilebilecek terasın üstü tam bir ortaçağ salonu etkisini veriyor.
Rue du Bournou yolunun sonunda yer alan bir başka otel ise Chateau Eza. 1923-53 yılları arasında İsveç Prensinin http://www.chateaueza.com/chateau-eza rezidansı olarak hizmet vermiş. Daha küçük ve manzarası Akdeniz’i kısmen daha geriden alıyor. Yine de her iki otelin web sitelerine sadece gözünüz gönlünüz açılsın diye bir göz atmanızı öneririm.
Ana Cadde Rue Principale’e dönerek devam ettiğinizde Le Palnet denilen büyükçe bir su kuyusunun bulunduğu yerleşimin merkezi olarak kabul edilebilecek noktaya geliyoruz. Bu tür korunaklı ücra yerleşimlerde en önemli mesele su. 1952’de evlere su bağlanana kadar su kuyularıyla gündelik yaşamı idame ettirmişler. Hemen yanında yer alan 1306 tarihli Chapel de la St. Croix ise kasabanın en eski yapısı. Bu kilisede 15-16 Nisan 1860’ta Éze’in Fransa’ya katılması oylanmış.
Sokaklarını çeşitli galeri, sanatçıların atölyeleri ve envai çeşit hediyeliğin satıldığı dükkanlarla kafe ve restoranların süslediği yerleşimin en tepesinde bugün artık yıkılarak kalıntıları görülebilen kalenin olduğu yerde bir ‘’Jardin Exotique’’ Egzotik bitkiler bahçesi bulunuyor. Girişin bilete tabi olduğu bahçe belki bitkisel anlamda bilmediğiniz bir mecrayı anlatmıyor ama sunduğu manzarayı asla unutamayacağınızı garanti ediyor.
Geldiğimizin yolun bir paraleli Rue de la Paix tarafından dönerek 1772’de tamamlanmış yumurta sarısı barok kilisenin ve ünlü Fransız aktör Francis Blanche’ın yattığı mezarlığının önünden geçerek , bu masal kasabasından çıkıyoruz.
Gerek vadettiği ortaçağı yaşatan ortamı gerekse sunduğu benzersiz Rivyera ve Monaco manzarasıyla Éze’in, Akdeniz Güney Fransa sahillerinde görülmesi gereken bir nokta olduğunu düşünüyorum. Her zaman tarihi kasabaları gezmekten kısa sürede sıkılan çocukların dahi bu kasabada maceracı bir yön bulmuş olmaları, benim Éze’e duyduğum aşkı vurguluyor sanırım…