15 Ağustos Cuma 2014
Londra’da kalarak yakın mesafelere günübirlik gezilerimiz devam ediyor. Bugünkü programda, adını eski şehrin merkezindeki görkemli ortaçağ manastırının yanında yapılmış Roma hamamından alan, George dönemi yapıları ile Britanya’nın en canlı şehirlerinden biri Bath yer alıyor.
Sabah metro ile Bath trenlerinin kalktığı Paddington tren garına gidiyoruz. Dördümüz için biletler toplam 126 £ tutunca, öyle dehşete düşmüş bir ifade ile görevliye bakıyoruz ki bir şekilde indirim yapmak zorunda hissediyor kendini ve 2 yetişkin, 2 çocuk 104 £’e düşüyor fiyat. Yine oldukça yüksek bir rakam elbet. Fiyat tek yön aldığımız için böyle çıkıyor, eğer gidiş-dönüş alsaydık neredeyse aynı rakamı ödeyecektik ancak planımız başka istikametten dönmek olunca böyle elim bir ücret ödemek durumunda kalıyoruz. İngiltere’de her zaman
gidiş-dönüş ulaşım seçeneğine göre plan yapmak lazım ki bu günün sonunda bunu da acı bir deneyimle teyit etmiş oluyoruz.
Hızlı tren ile 1,5 saat sürüyor Bath. İngiltere’nin güneybatı bölgesinde Wessex’te yer alıyor. Çoğunluğu kırlarla kaplı kendine özgü doğası olan bir yöre burası. Bölgenin tarih öncesi dönemlerden beri rağbet gördüğü Stonehenge’in, Maiden Castle ve Bath’ın bu bölgede olmasından anlaşılıyor.
Hakkında sayısız efsaneler anlatılan Kral Arthur’da bu topraklara ait. 6.yy.da Sakson istilacılara karşı Britanyalıları direniş için örgütleyenin Kral Arthur olduğu sanılıyor. Fakat, Saksonlardan Kral Alfred galip gelerek, kendi küçük Wessex Krallığını kurmuş.
Trenden iner inmez ( ! ) eşim, biletleri yırtıp çöpe atıyor, halbuki çıkış için gerekli olduğunu bilecek kadar – 21 gündür – bu ülkedeyiz. Bu seferde, çıkışta boynu bükük bir vaziyette yırtıp attığımızı söylediğimiz görevli bize o derece dehşet dolu gözlerle bakıyor ki ‘’gaflet ‘’ kelimesinin İngilizcesini de bulamadığımız için gerisin geri dönüp, çöpü karıştırarak bilet parçalarını toplamak zorunda kalıyoruz. Gezmek konusunda ne kadar tecrübeli olursanız olun, arada nedensiz bir enteresanlıkla oluyor böyle vakalar. Yani kıssadan hisse; gün bitmeden biletinizi atmayın.
Bath, Romalılar tarafından Aquae Sulis adında bir kaplıca yerleşkesi olarak kurulmuş. Daha sonra İngiltere’nin ilk kaplıca sayfiyesine dönüştürülmüş. 18.yy da Palladio tarzı muhteşem binaların tasarlanması ile ününü perçinlemiş. Binaların pek çoğunda tanınmış kişiliklerin orada yaşadığına dair plakalar görülebiliyor. Benim için en önemli isim Jane Austen.
Bath şehri 1987’den beri Unesco Dünya Mirası Listesi’nde. Bath Kraliyet Tiyatrosu, Lansdown Crescent, Royal Crescent ve Pulteney Köprüsü görülmesi gereken önemli yapılar. Tamamen ortaçağ görünümüne sahip, yemyeşil bir vadiye yayılmış, güzel bir yere geldiğinizi ilk görüşte hissettiğiniz göz okşayan bir şehir.
Trenden inip olaylı bir şekilde dışarı çıkmayı başarınca, Manvers Street bizi doğruca Pulteney Bridge’in önündeki bir çeşit merkez olan Grande Parade meydanına getiriyor. Hemen önündeki nehir kıyısındaki yeşillik Parade Grounds, 18.yy.da flört eden çiftlerin geldiği güzel bir park.
Buradan kalkan bir Hop- on- Hop- Off otobüsüne binerek şehri önce şöyle bir gezelim istiyoruz. Otobüs turu bizi, şehirde görülebilecek yapıların etrafında dolaştırarak güneydeki tepelere çıkarıyor. Bu tepelerden şehrin, dizi dizi 18.yy evlerinin oluşturduğu manzara, bin bir çeşit yeşille karışınca seyretmeye doyum olmuyor.
Fazla büyük bir şehir olmadığı için tüm noktalara yürüyerek de ulaşmak kolay ve keyifli, bizde otobüs turu sona erince öyle yapıyoruz. Pulteney Bridge önümüze gelen ilk yapı oluyor. Floransa’daki köprü mantığı ile yapılmış, köprü üzerinde binaların olduğu bir sistem. Köprünün altında akan durgun nehir ve etrafında meşhur İngiliz çimiyle düzenlenmiş huzur verici çiçek dolu parkların görselliği oldukça yüksek. Ama köprüden yürüdüğünüzde köprüde olduğunuzu anlamıyorsunuz. Sadece manzara olarak bakması güzel.
Çarşı içi yolardan geçerek The Circus’a açılan Gay Street 40 numaradaki Jane Austen evine gidiyoruz. ( www.visitjeneausten.co.uk ) Girişin elbette paralı olduğu, büyük hayallerle geldiğim bu ev bende ciddi bir hayal kırıklığı yaratıyor. Yaşadığı döneme ilişkin tasvirleriyle, karakterleriyle dönem ruhunu evrensel dile bu derece özgün ve başarıyla aktarmış bir yazarın ruhunu, kendini, o evde bulabilmeyi umarken, dönem giysisi giymiş bir iki genç hanımın aile hikayesini anlattığı, boş odaları olan ( eşya bile yok )bir yer karşıma çıkıyor.
Ciddi yıkılmış bir halde, Jane Austen’i hiç tanımayan, tanımakta istemeyen çocukların söylenmeleri neticesinde uzatmadan The Circus’a ilerliyoruz. Ne bekliyordum Mr. Darcy’yi görmeyi mi ?
Tam bir dairenin etrafındaki George dönemi yapılar, meydanın ortasındaki bir o kadar eski ağacın görkemli zarafeti arkasında ikinci planda kalınca, Brock Street’ten Royal Crescent’e geçiyoruz. Britanya’nın en görkemli caddesini oluşturan hilal biçiminde bitişik yerleştirilmiş otuz ev. ( 1767-74 )1 numaradaki müze, yapılmış ilk evi tanıtarak, burada yaşamış York Dükü gibi aristokratların yaşamı hakkında bilgiler içeriyor.
Keira Knightly’nin oynadığı ‘’The Duchess ‘’filminin bazı bölümleri bu yapılarda geçiyor. Hafif tepelik bir noktadaki yapı topluluğu, eski şehir manzarası ile önündeki Victoria Park manazarasına hakim.
Aynı yol ile Roma hamamına dönerken çarşının trafiğe kapalı yollarından geçiyoruz ve Bath’da bir gece geçirmediğimize pişman oluyoruz. En azından akşama kadar kalmalıydık hevesini veren neşeli bir ambiyans bizi sarmalıyor.
Her köşe başında müzik yapan birilerinin bulunması çarşının hareketli yapısında oldukça etken. Pahalı mağazaların bulunduğu Milson Street’ten başka merkezi nokta olan Roman Bath meydanına açılan diğer sokaklarda, nedenini anlamadığımız şekilde hepimizde yumuşamış, mutlu olmuş, bulunduğumuz yeri hep severmişiz etkisi yapıyor. Havada dolaşan büyülü kaplıca su zerrelerinin bir etkisi olmalı.
Efsaneye göre Bath kökenlerini, M.Ö. 860’da Kelt Kralı Bladud’a borçlu. Cüzzamlı olduğu için krallığından kovulan Bladud, çamurlar içinde yuvarlanan domuzunu taklit edip şifa bulmuş. 1.yy.da buradaki kaynağın etrafına Romalılar bir hamam inşa etmiş, tapınağı Keltlerin su tanrıçası Sulis ile Roma Tanrıçası Minerva’nın birleşimi Sulis Minerva’ya adamışlar. Hamam, Romalıların burada olduğu dört yüzyıl boyunca sürekli olarak gelişmiş.
Kutsal pınar ( Sacred Spring ) denilen kaynaktan çıkan sular, 46 derecelik sıcaklığa sahip. Sütunların çevrelediği bir orta havuzda toplanıyor. Havuzun etrafında zamanla şekillenen yapının tamamını gezince büyüklüğü ve teknik donanımından etkileniyorsunuz.
Orta avludaki üstü açık heykel ve sütunlar ile süslü havuzdan başka, doğu ve batı kapalı havuzları, sıcaklık derecelerinin alıştırıldığı iki ayrı havuz daha ve serinleme odaları bulunuyor. Açık havuzu çevreleyen galeri iki katlı ve ayrıca birde bodrum kat bulunuyor. Aslında günümüz hamamlarından yada modern saunalardan çok daha sofistike olarak düşünülmüş ve ihtişam unsuru da eklenmiş. Bu kompleks, Romanın medeniyet düzeyi ve büyüklüğü hakkında önemli bir fikir veriyor.
Kutsal adı geçtiği için elimizi yüzümüzü yıkayıp çaktırmadan da illaki biraz içen bir millete mensup olduğumuz için, suyun kaynağının bulunduğu noktada hiç utanmadan bu rİtüelleri tamamlayarak milletimizin yüzünü kara çıkartmıyoruz.
Sadece Roma Hamamı olmasa da Bath kasabası tarihi, yumuşak dokusu, pastoral nehir manzaraları ve sıcaklık veren samimiyetiyle hepimizin beğenisini kazanıyor.
Tren istasyonuna geri dönüp biraz körlemesine bir maceraya atılıyoruz. Yarım saat mesafedeki Warminster kasabasına geliyoruz. İstasyonda in, cin ve top misali bir boşluk. Görevli bile yok. Sadece kasaba merkezine giden bir otobüs var ki biz bakınana kadar o da kalkıp gidiyor.
Tek bir kişinin ancak sığabildiği taksi kabininde duran tek kişiye ‘’ yaptık bir iş kurtar bizi ‘’ diye atladığımızda aslında doğru noktanın buradan başlaması gerektiğini anlıyoruz. DJ’s Taxi. Bizi 15 £ ‘e Longleat Safari Park’a götürüyor ve işimiz bitip telefon ettiğimizde de tekrar gelip bıraktığı yerden alıyor.
Safari Park’a gelenler çoğunlukla kendi arabaları ile geldiği için, toplu taşım ile ulaşma durumu yok. Boşluğu uyanık bir taksi firması doldurmuş ve hayrettir ki Türk değil. Yalnız karıştırmamak gerek çünkü bir de Longleat Central Park var.
Park girişinin 35 £ adam başı olduğunu görünce neden bu işe kalkıştığımız için epey bir söyleniyoruz ama sonradan unutulmaz ziyaret noktalarımızdan biri oluyor.
Girdikten sonra sizi ilk karşılayan Longleat House oluyor ki ben daha bu noktada vuruluyorum. Dönem filmlerinde kullanılan gerçek bir soylu malikanesi. 10 £ karşılığında 45 dakikalık içeriyi gezdiren rehberli turlar var ama çocukların çekiştirmesi ile gezemeyip kahroluyorum, park sonrası ise artık kapanmış oluyor.
Mimarlık tarihçisi J.Summerson’un ‘’muazzam evler ‘’ terimini kullandığı Elisabeth döneminin ihtişamını yansıtan özel bir yapı. 1948’de IV.Marki bu malikaneyi halka açmış. Amacı etrafta sonsuzluk gibi görünen ( bir central park + bir safari park + ev ve bahçesi ) arazi ile beraber evin bakım ve onarım masraflarını karşılamakmış.
Arazi ölçülemez oranda büyük olunca pek çok çeşit hayvanın serbestçe dolaştığı ve sizin de içeri girip araba ile aralarında gezebildiğiniz bir safari parkına dönüştürülmüş.( www.longleat.co.uk ) Arabası olmayanlar 4 £ karşılığında parkın otobüsüyle aynı kapalı bölmeler arasında arabaların yaptığı turu yapabiliyorlar. Belirli noktalarda inip hayvanlar ile bizzat iç içe olabiliyorsunuz.
Böyle bir fırsatı ilk kez yakalıyoruz; lemurlarla birlikte yürüyoruz, kuşların kafeslerinin içinde dolaşıyoruz, zürafaları besliyoruz. En çok yandığım, ellerinizi oradaki muslukta yıkamak şartı ile sevebileceğiniz vatoz ( stingray ) ları okşamamak oluyor. Bir vatozu sevebilme, okşayıp o yumuşak ve ıslak canlı kayganlığa dokunabilme fırsatı kaç kere önünüze çıkar. Kesinlikle şunu söylemeliyim ki bu dünyayı paylaştığımız diğer canlılarla bu derece yakın olup dokunabilmek insanda büyülü bir etki bırakıyor. Hayvanlarda insanlara karşı bir dokunma isteği yok elbet ama insan dokunarak yaşamı algılayan bir varlık ve diğerlerine dokunabilmek yaşamın özü.
Otobüs turunun devamında gergedan bölümünde kendi aralarında bir şeye sinirlenen iki erkek gergedandan biri hızla otobüse doğru bir hamle yapınca epey bir heyecan yaşıyoruz, nede olsa ton ile ölçülen bir yapıları var.
Özel araba ile gelenlerin çok eğlendiğini söyleyebilirim. Aslan bölmesinde yaklaşık 15-20 aslan arasından yavaşça ilerlerken biri nedensizce gelip arabanın önünden geçme, durma, dönüp size bakma gibi fikirlere kapılabiliyor. Geyikler ve karacalar ise o derece alışmışlar ki arabalardan açılan camların içine kafalarını uzatıp, verilen ne var ne yoksa mideye indiriyorlar.
Otobüsün keyifli tarafı ise maymunlar bölmesinde ortaya çıkıyor. Araçlar onların bölmesine girer girmez üstüne tırmanan yaramaz maymunların adamların arabasının, ayna, amblem, anten gibi uzantılarını nasıl söktüklerini seyrederken, kendi arabanız olmadığı için pek bir eğleniyorsunuz.
Otobüs safarisinden başka küçük bir tekne ile nehir boyunda, Hippo, Goril, penguen gibi hayvanlar ama bu sefer maalesef uzaktan seyredilebiliyor.
Safari ve hayvanlar dışında birde Adventure Park adı altında küçük bir oyun-eğlenc e alanı var. Basit temalı oyunlar bulunuyor. Biz biraz oturup dinlenirken çocuklar stres atıyorlar. Bu grubunda en ilgi çekici noktası bitkiden yapılmış labirent.
Dünyanın en büyük labirenti olarak lanse edilen Longleat Hedge Maze ‘e çocuklarla beraber ben de giriyorum. Çaka ile fazla uzaklaşarak kaybolma riskine giremeden – nedense geriyor beni – başlangıca yakın konumlanmış kuleye kapağı atarak, tepeden ne yolla çıkacağımızın takibini yapıp kendimizi garantiye aldıktan sonra körlemesine giden büyük oğlumun dev labirentte kaybolmaması için onu izlemeye başlıyoruz. Labirent öyle bir sistem ki dönüp dolaşıp farklı yerlerden gittiğinizi sanıp yine aynı noktaya geliyorsunuz. Sevgili oğlum bizi gördüğü halde bir türlü yanımıza
ulaşamayınca geçemediği yan yola, çalıların altındaki boşluktan geçmek usulü ile gayri resmi ama Türk zekasına yakışır bir pratiklikle çözüm buluyor.
Gezemediğim muhteşem malikanenin dış bahçesi ve limonluğu ile yetinip, taksinin bizi yine tren istasyonuna bırakması sonrası Longleat’e veda etmiş oluyoruz. Londra bileti için bir 100£ daha ödeyince, Bath’a gidiş dönüş alıp, Longleat’ten tekrar Bath’a dönmenin çok daha mantıklı olacağını geç bir pişmanlıkla anlamış oluyoruz.
Epey pahalı bir gün oluyor ve bilet fiyatları açıkça içimize oturuyor, yine de Bath’da, Longleat’te İngiltere’de görülmesi gereken yerler ve pişman olmuyoruz.
Bu arada Stonehenge’in de aslında çok yakınlarda olduğunu ama oraya ya özel araba ya da tur ile gidilmesi gerektiğini belirtmeliyim. Çünkü Longleat’ten daha kervan geçmez bir noktada yer alıyor. Bizim tercih etmememizdeki neden ulaşım güçlüğü ile birlikte resimlerinde görülenden daha fazlasının olmadığı yönündeki uyarılardı. Longleat’i görünce de Stonehenge’in yerine doğru bir tercih yapmış olduğumuzu anlıyoruz.
Akşam yorgunluktan oteli zor buluyoruz….Battık…battık….
longleat-safari-park-ingiltere-wiltshire