14 Ekim Pazartesi 2013
Pattaya, Wat Arun, Tuk Tuk, Grand Palais
Pattaya
Bugün ekstra turlarda Pattaya gezisi var. Önce bir tropik adada denize girilecek, timsah +fil çiftliği gezilecek ve Pattaya koyunda serbest zamanla dolaşılacak. Pattaya, Tayland’ın önemli şehirlerinden biri ve yine çok önemli bir turistik koy. Başkent Bangkok’un yaklaşık 165 km kadar güney doğusunda ve Tayland Körfezi kıyısında yer alıyor.
Pattaya, 1950’lerin sonlarına kadar küçük bir balıkçı köyü iken, Vietnam savaşına katılan Amerikan askerleri, Pattaya’yı bir dinlenme mekanı olarak kullanmaya başlayınca gelişmiş. Şehirde yaşayan, çalışan ve çoğunluğu Batı Avrupa ile Kuzey Amerika’dan gelen yabancıların talep doğurması sonucunda şehirdeki çok katlı yapıların sayısı artmış. Böylece şehir, yüksek katlı yapı sayısında, ülkenin başkenti Bangkok’tan sonra ikinci sıraya yerleşmiş ama Pattaya’nın asıl özelliği gece hayatının sonsuz seçenekli oluşunda yatıyor. Daha kaba bir tabirle Pattaya seks turizminin önemli bir merkezi.
Gece hayatının çeşitliliği gündüze de bir şekilde yansıyan bu koyu çocukların görmesine gerek olmadığını düşünüyoruz ve daha da önemlisi sabahın 05.’inde kalkmak istemiyoruz. Bangkok’un dün gezdirilen iki tapınak ile sınırlı olmadığını bildiğimiz içinde bu günü Bangkok’u daha iyi tanımaya ayırmak istiyoruz ve gerçekten de acı bir şekilde de olsa Bangkok’un gerçek yüzünü göreceğimiz bir gün yaşamış oluyoruz.
Artık gezinin kendini belli etmeye başlayan yoruculuğundan, külçe gibi uyuyup saat 08.00de bile zor uyandığımız bu sabah, otelde sakin bir kahvaltı yapıyoruz. Kahvaltıda Uzakdoğu stili ile harmanlanmış temelde bildiğimiz ürünler bulunuyor. Yağ, bal, reçel, çedar peynir, sahanda yumurta, kornflakes. Ayrı olarak oluşturdukları Japon köşesinde ise baygınca tadı olan soya sütü çorbası ve oldukça lezzetli olan ‘’noddle’’lar var. Et ya da tavuk suyunda, kaynar suya bir batırıverip çıkardıkları ince teller halindeki pirinçlerden oluşan bu çorbamsı yemek hafif ve doyurucu.
Yeşil çaylı muffin kekleri beğeniyorum. Kat kat üst üste konmuş kek dilimi gibi kesilmiş Japon omleti ve balık teriyakiler de damak tadımıza uyuyor. Demek ki Japonya’ya gitmek çok sorun olmayacak. Uzakdoğulu müşteriler pirinç lapası yiyorlar sabah sabah. Meyvalar ve ananaslar bol, sulu sulu, lezzetli. Karpuzlarda küçük, koyu kırmızı ama tatsız.
Kahvaltıdan sonra, Grand Palais ( Büyük Saray) a gitmek için metro olmadığından otel görevlilerinden taksi isteyince, nereye gideceğimizi soruyorlar ve üstümüzde bulunan ağırlıklı şort kıyafetler ile içeri alınmayacağımızı söylüyorlar. Ayakta da terlik kabul edilmiyor. Mecburen odaya geri çıkıp, uzun pantolon, kollu bluz, uzunca şort ve spor ayakkabıları giyiyoruz yaklaşık 50 derece filan olan tropik sıcakta.
Otel görevlileri taksiye binmeden, otelin adres ve krokisinin Thai’ca yazdığı bir otel kartviziti veriyorlar ki ne kadar önemli olduğunu daha sonra anlıyoruz.
Kapıdaki görevli taksi gelene kadar mutlaka gitmemiz gereken yerleri sıralıyor ve Unesco Dünya Mirası Listesinde yer alan Wat Arun tapınağını birinci sıraya koyuyor. Zaten planımızda olan bir yer iken görevli en ön sıraya koyunca, önce oraya gidelim bari diyoruz yada kader böyle yazılıyor. ( Kader 1 )
Wat Arun
Taksici, bizi otelden alarak Chao Praya nehrinin karşı tarafında bulunan, çok yakın bir mesafede olmayan, Wat Arun tapınağına, taksimetre açarak 93 baht’a götürüyor. Beklemeyi teklif ediyor ve biz kendimizi İstanbul’da sandığımızdan, nasılsa her yerden taksi geçer saflığı ile gerek olmadığını söyleyerek, elimden daha elim bir hata sonucu taksiciyi gönderiyoruz. Buda kaderin ikinci adımını şekillendiriyor. ( Kader 2 )
Wat Arun ( Temple of Dawn ) bir Budist tapınağı ve ismini Hindu şafak tanrısı Aruna’dan alıyor. Sabahın ilk ışıkları, inci tanesi gibi binlerce minik detay ile süslenmiş bu tapınağın üzerinden yansıdığı için Şafak Tapınağı’ da deniliyor buraya. Tapınak 17.yy Ayutthaya Krallığı zamanından beri var olmasına rağmen, 70 m. ye yükseltilmiş ayırt edici kulesi- stupası, erken 19.yy da II.Rama döneminde yapılmış.
Ayutthaya krallığının çökmesi ile başkent tapınağın yanına taşınmış ve Taksin krallığı boyunca Zümrüt Budha’da tapınakta yer almış. I.Rama’nın krallık merkezini nehrin karşı tarafına taşıması ile kraliyet tapınağı Wat Phra Kaew olmuş ve zümrüt Budha’da yer değiştirmiş. Bugün Tayland’ın en önemli simgelerinden biri olan Wat Arun, Unesco Dünya Mirası Koruma Listesinde yer alıyor.
Wat Arun mucizevi bir yer. Binaların dar aralarında nereye geldim ben diye hayıflanırken, bir anda tüm o karman çorman görünen ama doğaüstü bir süsleme düzenini yansıtan heybetli kulesi ile karşımıza çıkıyor.( Nehir tarafından gelirseniz zaten tüm açıklığı ile yaklaşıyorsunuz ) Kulenin etrafında dört ayrı uydu kulecik daha bulunuyor ve kule-stupa-pagoda ne derseniz artık, yükseldikçe daralan çıkılabilir üç kattan oluşuyor.
Milyonlarca parça seramik ve fayans ile ince ince süslenmiş, yer yer heykellerle bezenmiş. İnsanüstü bir beceri ile oluşturulmuş, başka dünyadan, başka zamandan, anlayamadığınız farklı bir boyuttan gelip tepe üstü buraya düşmüş gibi kendi halinde öylece duruyor. Erişilmezliği süslemelerindeki tarifsiz detayda, binlerce çiçek, yaprak, tabak v.s.düzeninde.
Bulunduğu dar alandan ziyade, nehrin krallık sarayı tarafından tüm azameti daha net anlaşılabilen yapının üç katmanı bulunuyor. Kat demek zor, daha ziyade katmanlar, etrafını dönebileceğiniz ince koridorlar içeriyor ve sonrasında yapı daralarak form değiştiriyor. En üstteki üçüncü katman terasında oda yok, koridorda yok ve oldukça dar ve çok dik olan merdiveni çıkmak ve özellikle inmek bir hayli sıkıntılı oluyor.
Yapı tam bir simetri ve tekrar eden heykeller, süslemeler dehası, kullanılan milyonlarca seramik, on binlerce heykel, yüzlerce motif durup tek tek incelemenize imkan vermeyen bir yoğunlukta. Ancak genelindeki etkiyi hissedebiliyorsunuz ve insanların bu derece komplike bir süslemeyi nasıl gerçekleştirmiş olabileceklerine akıl sır erdiremiyorsunuz.
Ataları inanamadığınız bir kültür birikimine sahip, bu derece detaylı düşünüp organize olabilen, el emeği konusunda muazzam bir beceri sergileyen insanların, etrafta gördüğünüz halka nasıl dönüştüğüne inanmak zor geliyor ve ikisinden biri sahte imiş gibi hissediyorsunuz.
Wat Arun ile büyülenmiş olarak önündeki parka açılan ve her tapınak kapısında olduğu gibi ejderha suratlı heykel bekçilerin beklediği kapısından çıkarak, karşı kıyıya ulaşımı sağlayan teknelerin kalktığı derme çatma limana doğru ilerliyoruz. Kraliyet Sarayının yan tarafına çıkan Chao Praya nehrinin karşısına, adam başı 3 baht’a geçebiliyorsunuz. İskele, kerestelerin gelişigüzel çakılması usulü ile düzenlenmiş ve suların sık yükselme durumu için kum torbaları ile desteklenmiş ve yine her yerde olduğu gibi kralın resmi burada da unutulmamış.
Sadece üst tentesi bulunup her yeri açık olan tekneler ile koyu sarı, bulanık oldukça kıpırtılı – dalgalı değil, düzensiz kıpırtılı- nehri geçiyoruz. Su o kadar yoğun bir bulanıklığa sahip ki elle bir parça kopartıp alacakmışsınız gibi geliyor. Birde kıyılarda yetişen nehir bitkileri var ki bunlar niye temizlenmiyor diye düşünsek de aslında hayvanları olanlar için önemli bir yemmiş ve özenle korunuyormuş. Suyun bulanıklığıda aslında karışan bereketli alüvyon toprağın yoğunluğundan.
Tuk Tuk
İndiğimiz iskelede, dizi dizi, çoğunun ne olduğunu anlayamadığımız yiyecekler satan tezgahları geçip, sarayın yan duvarlarının önüne geliyoruz. Üzerimiz fazlası ile giyinik ve havada ziyadesi ile sıcak olduğu için çocuklar haklı olarak söylene söylene yürüyorlar ve yere tezgah açmış satıcılardan biride bize yolun karşı tarafındaki sarayın duvarını göstererek buradan girin diye yönlendiriyor. ( Kumpas 1 ) Sokakta yürürken daimi olarak size karışan birileri olduğu için garipsemeyerek belki daha serin ve gölgeliktir mantığı ile otomatik olarak adamın gösterdiği tarafa yönleniyoruz. ( Kader 3 )
Yan kapıda saray görevlileri gibi yeşil giyinmiş ama görevli olmadığını sonradan düşününce fark ettiğimiz bir adam bize yaklaşıp, saray tapınağının saat 14.30’a kadar kapalı olduğunu, Budist rahiplerin ayin yaptığını söylüyor. ( Kumpas 2 ) Bunları söylerken de neden bir saray görevlisinin elinde olduğunu anlayamadığım açık bir şemsiyeyi elime tutuşturarak ( Kumpas 3 )benim elimdeki haritayı alıp, açık olacak başka tapınakları haritadan gösteriyor. Ve nereden bittiğini anlayamadığımız bir tuk tukçuyu çağırıyor.
Gösterdiği ( White Budha) 3-5 yer için adam başı 10 baht x 4 gidiş ve tekrar saraya dönüş aslında Türk parası ile para değil. Adamın ve genel olarak Taylandlıların sizin dilinize ve ingilizceye yabancı olmalarından kaynaklanan obsesif bir ısrarları var yani siz ne derseniz deyin, onlar aynı şeyleri emme basma tulumba gibi tekrarlayarak kabalığa varan bir ısrar sergiliyorlar. Nitekim bu adamda karlı bir gezi olduğu konusunda ısrar ederek illaki bir ”mining center’’dan ( kuyumcu ) yüzük almak isteyebileceğim konusunda takıntılı bir heyecan gösteriyor.
Oldum olası emrivakileri sevmediğim için önce içimde gelen bir dürtü ile hayır diyorum, rehberinde asla Tuk tuk’çulara binmeyin uyarısını hatırlayarak. Sonra bizimkilerin 14.30 a kadar bu tozlu topraklı herkesin üstünüze atladığı, bir kafenin hayal bile olmadığı sokaklarda ne yapacağını düşünerek, gelmişken illaki bir tuk tuk’ a binelim diye tutturan çocukların etkisi ile, akşamki seafood olayından rehbere de kızgın olduğumuz için ‘’tamam’’ deyiveriyoruz ( Kader 4 ). Ve hap kadar tuk tuk’ a dördümüz 45 derece sıcakta itiş tepiş biniyoruz.
Her tarafı açık bu triporter-motorsiklet bozması araçlar ile imalathanelerin ve Budha satan mağazaların ağırlıkta olduğu tozlu sokaklarda rüzgar ile bir yarış tutturuyoruz ki oldukça eğlenceli geliyor önce. İlk söyledikleri gibi Beyaz Budha’nın bulunduğu küçük tapınağa gidiyoruz. Sokak arasında ufak bir yer burası ve turist otobüsleri tarafından pek tercih edilmiyor. Tapınaklar, mimari ve ebat olarak üç aşağı beş yukarı hep aynı sadece içindeki Budhaların tipi ve yapıldıkları malzemeler farklılığı yaratıyor. Buradaki beyaz Budha’da sanırım beyaz porselenden.
Yalnız bu tür küçük tapınaklarda fazla turist olmadığı için ve genelde alakasız bir ara sokakta olduğu için biraz huzursuz oluyoruz ister istemez.
Tuk tuk’çu bizi daha sonra bir Mining AVM’ye götürüyor yani bir kuyum merkezi. Herhangi bir kuyum alma fikrinde olmasak da illaki bir bakın diyor. Tayland, kuyumculuk ve değerli taşlar konusunda dünyada önemli bir yere sahip olduğu için hadi bir göz atalım diyoruz. Sadece dolanıp çıkmak üzere iken satıcı ‘’bugün halk günü, indirimin son günü’’ ayağı ile yapışıyor ki sanırım tuk tuk’çular da satıcıların bu huyunu biliyor. Önce nerelisin diye sorarak bildikleri bir iki kelime ile ( İstanbul, Galatasaray) yakınlık kuruyorlar. Şimdi düşününce, dünyadaki her millet için bir iki kelime öğrenmiş olabileceklerini anlıyorum. Sonra sonu gelmez bir ısrar başlıyor ki en nihayetinde siz ikna olmaktan değil bıkkınlıktan tamam diyorsunuz. Ve sanırım amaç da sizi bu noktaya getirmek.
‘’Blue Sapphire’’ mavi safir özellikle dünyada en çok Tayland’da çıkan bir taş olduğundan, en küçüğünden bir kolye alıyorum artık mecburen. Aslında sertifika da veriyorlar ama şu an o sertifikanın gerçek olmadığına eminim. Biz bakınırken arkamızda Türkçe konuşan bir hanımın yüklü miktarda bir mücevher için pazarlık yaptığını duyuyoruz. Bize gelip ne yapmalı diye soruyor ki şimdi sorsa arkana bakmadan kaç derdim.
Çıkınca tuk tukçu bizi bu seferde bir kumaşçıya götürüyor. Bu götürdüğü mağazaların tuk tuk sponsorları olduğunu ve alışveriş yaptığınız her 200 bahta 5 litre gasolin kuponu verdiklerini söylüyor, acındırmaya çalıştırdığı bir sesle kendisine yardım etmemizi istiyor.( kumpasın sonu )
İyi niyetle bir girelim bari desek de girmemiz ile çıkmamız bir oluyor mağazadan. Bu tür kumaş mağazaları turistler için yaratılmış bir tuzak noktası. Hemen ölçünüzü alıp gün içinde yada ertesi gün dikerek size gömleğinizi veriyorlar. Tabi böyle bir şeyi yapmak isterseniz, nitekim içeride bir İngiliz yada Amerikalı karı koca görüyoruz.
Bu aşamadan sonra olayın yüzü ve bizim yüzümüz değişiyor. Kesinlikle başka bir yere gitmek istemediğimizi ve bizi geri götürmesini istiyoruz ama bir yerlere gidip adamın istediği kadar gasolin kuponu almasına imkan verecek alışverişi yapmadığımız sürece, adamın bizi bırakmayacağını da elim bir şekilde hissetmiş oluyoruz. Çünkü adam söylediğimiz hiçbir şeyi anlamayarak ısrarla ‘’just look at, look at, help me ‘’ diye ağlamak, böğürmek ve sertçe ısrar etmek karışımı, Batı dünyasında zor rastlanan, Thai tuk tuk çularına özgü olduğunu düşündüğümüz bir tarz ile sabit bir tekrara kapılıyor.
Son olarak götürdüğü tekrar bir kuyumcu mağazası çıkınca sonsuza dek dönüp dolaşacağımızı anlıyoruz ve ipler kopuyor. Artık iyice sertleşen ses tonları ile bizi hemen saraya götürmesini yoksa ineceğimizi söylüyorum bir taraftanda nerede olduğumuzu kestirmeye çalışarak. Aynı takıntılı böğürme devam edince alacağı 40 baht yerine 50 baht vermeyi teklif ediyoruz ama adam duymuyor bile çünkü illaki bir yerlere götürmeye ve sonu gelmez bir şekilde dolaştırmaya göre ayarlanmış durumda.
Sonuç olarak eşimin ısrarı sonucu ki ben olsam inmezdim, tuk tuktan iniyoruz ve adama 40 bahtını veriyoruz ki ben olsam onu da vermezdim. Çünkü inmek daha iyi bir çözüm olmuyor. Nerede olduğumuzu bilmediğimiz gibi bulunduğumuz yoldan da ya sadece tuk tukçu geçiyor yada geçen taksiler durmuyor.
Nihayet bir taksi durdurabildiğimizde ise taksilerinde ayrı bir terör unsuru olduğunu anlamış oluyoruz. Çok daha uzağa 100 baht’a götüren otel taksisine göre bu taksi yarı mesafeye 200 baht istiyor. Artık yüzümüze kibarlıkla gülen Taylandlıların huyunu iyi anlamış olduğumuz için 100 baht’a ikna ediyoruz ama bu seferde biner binmez parayı peşin istiyor. Sert ve kararlı bir şekilde hayır dediğim zaman, bir kartlar silsilesi çıkararak gitmek istediğimiz bir dükkan olup olmadığını soruyor. Hayır’ tekrarlayınca, bu seferde benzinciye girerek benzin alması gerektiğini ama benzin alacak parası olmadığı için 100 baht’ı vermemizi istiyor tekrar.
Yine kati bir ‘’no’’ cevabı alınca ‘’ çok kötü’’ olduğumuzu söyleyip kahkahalarla gülerek, torpidodan çıkardığı bir tomar para ile benzin almak üzere iniyor. İstesek Tayland esnafını daha iyi tanıyamazdık herhalde, sanki özel hazırlanmış bir şov yaşıyor gibi hissediyoruz. Dilini anlamadığınız bir ülkede survivor, başrolde ise biz.
Nihayet geldiğimiz sarayın tabii ki açık olduğunu görünce bütün kumpas kafamızda yerli yerine oturuyor ve böyle bir şeyi nasıl yediğimize inanamıyoruz. Bütün o söylenen, burada halk mutlu lafı boşuna değil çünkü fakirliği ekmek kapısı yapmışlar ve turistleri sömürerek iyi para kazanıyorlar. Binlerce Budha ve tapınağı var ama onun yaymaya çalıştığı öğretiyi pek takan yok gibi.
Grand Palais ( Büyük Saray )
http://www.palaces.thai.net/ Büyük Saray, duvarların içinde 200.000 metrekarelik bir alanı kaplayan bir binalar kompleksi. Kralın resmi ikametgahı dışında, devlet binaları, Zümrüt Budha’nın yer aldığı kraliyet tapınağı ve kral mezarları ile oldukça geniş bir alana yayılıyor. Chakri hanedanının kurucusu I.Rama’nın başkenti buraya taşıdığı 1782 yılından beri Siyam ve şimdi Tayland kralının resmi konutu. Bugünkü kral IX.Rama Bhumibol Adulyadej, genellikle artık Chitralada sarayında kalıyor olsa da burası devlet törenleri için kullanılıyor. 1925’te kralın bu sarayda kalma izni kaldırılmış ve 1932’de mutlak monarşinin yıkılması ile de devlet yapıları sarayı terk etmiş.
200 yıllık bir krallık tarihini sergileyen saray kompleksi bölümlere ayrılmış ; (the Temple of the Emerald Buddha) Zümrüt Budha tapınağı; bazı kamu binaları ile dış avlu ( the Outer Court ) ; Phra Maha Monthien, Phra Maha Prasat ve Chakri Maha Prasat binaları ile orta avlu ( the Middle Court );iç avlu ( the Inner Court ) ve Siwalai Bahçeleri ( the Siwalai Gardens) bölümü. Büyük saray halka açık bir müze ancak bazı bölümleri ile hala yaşayan bir saray.
Giriş adam başı 500 baht, ucuz değil ama uğruna bu kadar badire atlattıktan sonra girmemek olmaz diye düşünüyoruz ne kadar gezecek halimiz kalmamış olsa da. Sinirlerimiz bozulmuş olduğu için hepimiz gerginiz bu yüzden saray kompleksinin, yaşayan halkın sokakları ile alakası olmayan abartılı şıklığı ve maddi dünyanın sonsuzluğa bu derece adanması karşısında hayranlıktan ziyade daha çok öfke duyuyoruz artık.
Bu sinir harbi ile girdiğimiz Zümrüt Budha’nın yer aldığı ( Tayland’ın en kıymetli şeyi ) kraliyet tapınağında, kapıdaki kocaman fotoğraf çekilmez ibaresini görmüyoruz bile ve kralın gelip ibadet ettiği gerçek değerli taşlarla bezeli Zümrüt Budha’nın huzuruna çıkar çıkmaz, diğer tapınaklardan edindiğimiz alışkanlık ile üçümüz birden Çağan, Çaka ve ben, deklanşörlere asılarak resim çekme teşebbüsünde bulunuyoruz.
Makineyi kaldırıp poz almam ile görevlinin üstüme atlaması bir oluyor. Boynumda asılı olan makinenin ipinden yakalayıp hızla beni kendine çekiyor. Diğer eli ile Çaka’nın makineyi kapıyor ve Çağan’a telefonunu vermesi için bağırıyor. Tavır anlatılmaz sert ve bir tartaklama durumu hakim. Neredeyse adam ile yanak yanağa eğreti bir pozisyonda, ergenliğin verdiği sinir bozucu sakinlikle adamın başarısız silme teşebbüsleri ile kafa bulan Çağan’a bir taraftan bir an önce silmesi için bağırırken, bir taraftan da aldığı makinesini geri vermesi için adamın üstüne zıplayarak kickboks yapmaya çalışan Çaka’yı tutmaya uğraşıyorum. Henüz çekmediğimi gösterene kadar boynumdaki ipi çekiştirerek beni bırakmıyor, Çağan’ın ve Çaka’nın çektiklerini ( çekmişler ) sildirip, tapınağı dolduran bir oda dolusu turistin önünde Thai dilinde küfür olduğunu tahmin ettiğim bir şeyler söyleyerek bizi bırakıyor. Tüm bu itiş kakış bağırış ve tartaklama bittikten sonra kendi halinde Nirvana’ya ulaşmaya çalışan eşim gelip neden bağrıştığımızı sorarak bizi iyice sinir ediyor. Dev gibi uyarı levhaları var ve görmeyerek hatalı davranan biziz ama tavır, sınır dışı etseler daha nazik gelirdi türünden.
Zümrüt Budha, İ.Ö.43 yılında Hindistan’da yeşil nefritten yapılmış, 43 cm. yüksekliğinde, altın süslemeleri olan bir heykel. Efsanesi ve tarihi maddesel değerinden daha kıymetli. İ.S.457 yılında Burma Kralı ülkeye Budizmi yayan bu heykeli Sri Lanka iç savaşından kaçırmak için gemi ile yolluyor ancak gemi yolunu kaybederek Kamboçya sahillerine vuruyor. 1432’de Taylanlılar Kamboçya’da Angkor Wat’ı ele geçirdiklerinde Zümrüt Budha’yı kendi krallık merkezleri Ayutthaya’ya getiriyorlar.
Büyük saray kompleksi ve özellikle Zümrüt Budha tapınağı çok etkileyici, göz kamaştırıcı, dünyada eşine az rastlanır bir miras ama bizde görecek göz kalmıyor. Bütün gün sıcak altında buraya geleceğiz diye uzun kıyafetler ile dolaş, sıcak, açlık, susuzluk, kaçırılma, dolandırılma üstüne birde tartaklanma. Rehberin sözünü dinlememenin cezasını fazlası ile ödemiş oluyoruz. Yapılacak en doğru hareket otelden çağırdığımız taksi ile taksimetre açmak usulü dolaşmakmış ki çok geç ve elim bir şekilde anlamış oluyoruz.
Lanet ederek otele dönelim bari dediğimiz zaman bu seferde dönüş çilesi başlıyor. Sarayın önünde atmaca kuşlar gibi dizi dizi turist bekleyen taksiler ile pazarlığa başlıyoruz. Önce 500 baht ile başlıyorlar, sonra 400 baht oluyor fiyat, bir sonraki 200 baht alırım ama 1 stop ( yani bir mağazaya götürürüm ) diyor.
Sora sora en sonunda zorla 150 baht ve non stop direkt otele götüreni buluyoruz. Taksicilerin çoğu İngilizce bilmediği için otelin kartının taksiciye kaldığın oteli anlatmak açısından gerekli olduğu ortaya çıkıyor. Önünden geçtiğimiz ana alışveriş caddesi Sukhumvit’in ayak atmaya bile değmez olduğunu gördükten sonra otele gelince, otel taksisi ile Banyan otele gidip oranın tüm Bangkok’u gören terasında yemek yesek mi diye düşünüyoruz ama bir taksici riski daha yaşayamayacağımıza karar verip, yürüyerek yakındaki Emporial Avm’ ye giderek üst katındaki yemek bölümüne çıkıyoruz.
Tayland Mutfağı
Tayland mutfağı, her biri benzer yiyecekler içeren ya da kuzeybatıda Burma, kuzeyde Çin’in Yunnan bölgesi ve Laos, doğuda Vietnam ve Kamboçya, batıda Malezya mutfağından derlenen yemekler ihtiva eden ve Kuzey Tayland, Kuzeydoğu, Orta Tayland ve Güney Tayland olmak üzere ülkenin dört ana bölgesine karşılık gelen dört yerel mutfaktan oluşuyor. Bu dört yerel mutfağa ek olarak bir de kökleri çok kültürlü Ayutthaya Krallığı ‘na (M.S. 1351–1767) dayanan bir Tayland Kraliyet Mutfağı var.
Tayland yemeklerinde, her bir yemekte ya da tüm sofrada, ekşi, tatlı, tuzlu ve acı olmak üzere dört ana lezzetin dengesi gözetiliyor, baharatlar çok yaygın kullanılıyor ve birbirinden tamamen farklı malzemelerin kullanılarak uyumlu bir lezzete dönüştürülmesi hedefleniyor temel olarak. Bu nedenle yemekler çok renkli ve karışık bir görünüme sahip.
Yemek katının camekanları son derce cazip görüntüler ile dolu, özellikle sataylar- şiş ilgimizi çekiyor. Rengarenk mantı çeşitlerinden alıyoruz. Singha ve Tiger yerli biralar.
Boots mağazasından ufak tefek bir şeyler alıyoruz ve bugünün aptallığı ile parayı ödeyip paketi almadan çıktığımızı fark ediyoruz. Geri dönüp sorduğumuzda hayır öyle bir paket yok hatta siz kimsiniz ayağı çekiyorlar. Artık bu durum üzerine bir ‘’pes’’ deyip, bir daha ne sokağa çıkmaya nede bir çöp almaya tövbe ediyoruz.
Bangkok’u ya seversiniz ya nefret edersiniz diye bir deyiş var ya, bizimki nefretin de ötesinde bir duygu olarak yerleşiyor ve sevenlerin de neden sevdiklerini açıkça merak ediyorum. Havaalanında sizi çiçekler ile karşılayıp her defasında kibarca eğilerek selam veriyorlar ama sonra ilk fırsatta dolandırmaktan çekinmiyorlar. Ahlaksızlık bir ritüel olmuş gibi.
Sanırım bu yüzden krala hakaret etmek büyük suç çünkü böyle rezilliğe maruz kaldıktan sonra halkının bu derece ahlaksızlaşmasına izin verdiği için kralı anmamak mümkün değil. Dünyanın en zengin kralı, halkın ahlaksızlığı bir turizm ikonu gibi kullanmasına müsaade ediyor ki bu onunda turistleri sömürdüğü anlamına gelir.
Sonuç olarak biz nispeten üç kağıda, dolandırıcılığa alışkın bir milletiz, zavallı saf Avrupalıları ne dolandırıyorlardır kimbilir.
Otelin 37.katında bedava verdikleri içki kuponlarını kullanarak Thai Sbai isimli romlu içki ile bu inanılmaz günün ardından sakinleşmeye çalışıyoruz. Ancak kesinlikle şunu söylemeliyim ki Siyam kültürü köklü ve çok zengin bir kültür ve batı dünyasından da inanç ve kabul olarak tamamen farklı. Bu nedenle Bangkok, Uzakdoğu kültüründe kilit noktada ve önemli bir destinasyon. Bangkok’a gelince de elbette görülmesi gereken en önemli yapılar Wat Arun- Şafak Tapınağı ve kraliyet sarayı -Grand Palais ama kesinlikle tuk tukçu ile değil.
Kötü ve heyecanlı bir gün geçirdik ama bir ülkeyi daha iyi tanımanın da sokaklarda dolaşmaktan başka yolu yok… Budha, ‘’ kul hakkı yemeyeceksin ’’ i öğretememiş… !
bangkok-5-gun-kanal-turu-yuzen-carsi
hong-kong-6-gun-bangkok-hong-kong
hong-kong-7-gun-hong-kong-adasi
hong-kong-9-gun-lantau-adasi-big-budha