22 Haziran Cuma 2012
Otelin kahvaltı salonunun, bizim oturma odamız kadar bir odacık olmasına çocuklar şaşırıyorlar. Yine de, ikram edilenler yeterli oluyor ve doyuruyor. Samimi bir ortamda yemiş oluyoruz sadece.
Erken uyanmaya alışmanın avantajı, hava fazla ısınmadan ve turist grupları uzun kuyruklar oluşturmadan, hızlıca kapalı alan gezebilme imkanı vermesi. Hava sıcaklığının derecesi yüksek değil, lagünde olmanın verdiği basıklık ve boğuculuk var havada. Nem oranı da muazzam. Daha gezinin ikinci gününde, ilk gün tişörtleri kullanılamaz duruma düşüyor yapış yapış nemden.
İtalya’nın doğuya açılan kapısı olan Venedik, 10.yy da bağımsız bir Bizans eyaleti olmuş. Ortaçağda başarılı düklerin yönetimi altında, gücünü Akdeniz’den, İstanbul’a kadar genişletmiş. Zenginliğinin benzersiz örnekleri, 12. ve 14.yy.larda dünya çapında bir güç olduğunu kanıtlamakta. Adriyatik Denizinin gelgit sularının ortasında, bir dizi sığ adacığın üzerinde kurulmuş olması, düzenli olarak taşkınlara maruz kalmasına sebep olsa da, Venedik bugün yılda 14 milyon turist ile, en çok ziyaret edilen, dünyadaki eşsiz şehirlerden biri.
Bir Venedik klasiği olarak önce, San Marco Meydanı’ndan başlıyoruz. Ortalık turist dolmadan, meydanın güvercinleri ile birlikte bol bol resim çekiyoruz ortalığı boş bulmuşken. Dünyadaki şehir meydanları içinde en tanınmışlarından olan ve şehircilik estetiği olarak ders notlarında ilk sıralarda anlatılan San Marco Meydanı, tarihi boyunca sayısız törenler, politik etkinlikler ve karnavallara tanık olmuş.
Dikdörtgen geniş kısmını çepeçevre saran tek tip cepheli yapılar, meydanın formel tarafını oluşturuyor. Kapalı kısa kenarı oluşturan yapı, Museo Correr’e ev sahipliği yapıyor. Tam karşısına gelen meydanın can alıcı noktasını oluşturan süslü yapı ise, Basilica di San Marco.
13.yy.dan kalma, doğu ve batı mimari ve dekoratif tarzlarını birleştiren ünlü Basilica di San Marco, Avrupanın en göz alıcı yapılarından biri ve San Marco Meydanı’nın da, en ön plana çıkan dominant yapısı. Ön cephesinde Konstantinopolis ( Bizans İstanbul’u )ten getirilen altın atın bronz kopyaları ve İtalya’nın en ünlü Romanesk oymaları ile süslü.
Meydanın üç boyutlu etkisini tamamlayan yapı ise, Campanile, Çan kulesi. Yapı maalesef, 1902 yılında aniden çökünce yeniden yapılmak durumunda kalınmış. Denize açılan meydanda, ilk kullanıldığı 16.yy.da, denizcilere yol gösteren bir fener olarak kullanılmış.
İlk iş olarak kapıda kuyruk olmadığı için Campanile’ye, çan kulesine çıkıyoruz. Asansör, adam başı 8 €.
Kulenin tepesindeki seyir terası, Mestre ve ötesine kadar 360 derecelik bir lagün ve Venedik manzarasına hakim. Sadece manzara seyretmek değil, Venedik’in nasıl sık, nefessiz bir yapılanmaya sahip olduğunu ve yoğun deniz trafiğinin nasıl işlediğini görmek açısından kule, eşsiz bir bilgi sunuyor. Gondolların, ulaşım ile ilgili olarak, günümüzde artık bir öneminin kalmadığını, işin sadece turistik yönü olduğunu, buna karşılık, ada içi ve çevresinde, lagün içinde, karşı adalar ve kıyı boyunca, ne kadar yoğun bir ulaşım sistemi çalıştığını fark ediyorsunuz.
San Marco’nun karşısına gelen, İsola di Giorgio Maggiore adası, Guidecca mahallesi ile Dorsoduro mahallesi arasındaki, Guidecca kanalı arasındaki ve Venedik ile Lido kıyıları arasındaki yoğun deniz trafiği, karasal turist yoğunluğu haricinde de, Venedik’te canlı bir hayatın olduğunun göstergesi.
Her çeşit ve boydaki deniz araçlarının sirkülasyonu, suyun içine çakılmış kalaslarla yollar oluşturmak sureti ile düzenlenmiş.
Kuleden inip, San Marco rıhtımına açılan koridor boyunda, Ulusal San Marco kütüphanesi ile karşılıklı konumlanmış olan, 9.yy.tarihli Palazzo Ducale ( Dükler Sarayı )na giriyoruz. Bir zamanlar Venedikli yöneticilerin ( Dodge – zengin ailelerden seçilmiş kişiler )ikametgahı ve devlet dairesi olan saray, gotik bir mimariye sahip ve Venedik’in 14.ve 15.yy.da sahip olduğu ihtişamı, zenginliği yansıtıyor.
Sala del Maggior Consiglio yani Büyük Venedik Meclisi’nin salonundaki devasa resimlerde, dönem Osmanlı’sının izlerini görmek mümkün. Sarayın gezi planı sizi, meclisin görkemli zenginliği ile gücünün etkisini gösterip, suçlu bulunanların son kez Venedik’e göz atarak hapse gönderildikleri Ahlar Köprüsü ( Ponte dei Suspirio – iç çekiş aslında )ile son buluyor.
15.yy.dan kalma gotik kapı, eski ana giriş, Porta della Cerla’dan çıktığımızda, kalabalık turist gruplarının etrafı doldurmaya başladığını görüyoruz. San Marco Meydanı‘nda Cafe Florian’da biraz oturup, her yer dondurmacı olduğu için zaten durup durup dondurma yediğimiz halde, birde oturarak yemiş olmak için, çok güzel görünen kuplardan yemek istiyoruz. Panini adı verilen az tuzlu ekmek ile yapılan sandviçlerde ayrıca oldukça lezzetli oluyor. Elim bir kargaşa sonunda ise bizim ‘’ice slush’’ olarak bildiğimiz, buzlu meyve sulu, çocukların illaki diye tutturdukları içeceklere de, ‘’granita’’ dediklerini öğrenmiş oluyoruz.
Rialto bölgesine dönüp, bir Venedik asilzadesinin evi olan, Palazzo Grimani’yi bulmak üzere, Castelo Mahallesi‘ne geçiyoruz. Santa Maria Formosa Kilisesi Meydanı’nın hemen arkasında yer alan yapıyı bulmak çok kolay olmuyorsa da, kesinlikle şunu anlıyoruz ki, Venedik’in her yeri turist kaynıyor.
Palazzo Grimani, iyi düzenlenmemiş hatta daha düzenlenmemiş. Güncel bir sergiyi barındırıyor ve fazla bir şey vadetmiyor, sadece Venedik’in farklı bir kesimini görmüş oluyoruz.
Bir gün evvel yaklaşıp ulaşamadığımız Pizzeria Muro’yu, sora sora, yana yakıla, döne dolaşa arıyoruz. Rio Tera dei Frari, San Polo adresinde olduğunu söyleyip, Santa Maria kilisesinin meydanının yanından olmayacak dar geçitten geçtikten sonra bulduğumuzu, insanlara sadece Santa Maria derken bile Türkçe okursanız anlamadıklarını ama, Maaaria tarzında vurgulayınca ancak ne dediğinizi idrak edebildiklerini söylemeliyim. Kesinlikle farklı insanlar bu Avrupalılar.( www.murovenezia.com )
Öğle yemeği ve akşam yemeği saatlerini – çünkü arada kapatıyorlar – öğrenmeden kesinlikle gelmemek gereken Pizzeria Muro çok iyi. Şu sıralar Venedik’in en iyi pizzacılarından olduğu yazılıyor. Başka yerde zor yenebilecek ’’beef carpaccio’’( çiğ dana etinin ince dilimler halinde sunulması )bir Antep’li olan eşimin bile beğenisini kazanıyor.
Sıcaklık, boğuculuk ve kalabalık hırpaladığı için çocukları biraz otele bırakıyoruz ve Calle del Fabri Caddesi‘nden sağlı sollu dağılan, Calle del Teatro, Calle de L’ao, Merceria Zaprila, Campo St.Bartolomio arasındaki dükkanları dolanıyoruz. Bana her zaman ciddi olarak itici gelen maske ve kostüm mağazaları ile cam hediyelikler satan dükkanlar haricinde, iyi markalar ve çok güzel ayakkabılar var. Özellikle Bata’daki ayakkabılar, son derece uygun fiyatları ile cazip geliyor.
Calle de L’Oro caddesinde bir çay evinde oturup, herkes çay yada kahve içerken, biz Aperol Spritz ve Bellini içerek, gelen geçeni seyretmeye koyuluyoruz. Venedik’te, İtalya’nın büyük şehirlerinde olan, ayaküstü gelip geçerken bir espresso atayım tarzı kahve içme ritüeli yok.
Aperol Spritz’de güzel ama, Bellini’yi taze şeftali suyu ve krema ilave etmek sureti ile o kadar lezzetli yapmışlar ki, kesinlik sadece bu Bellini için Venedik’e tekrar gelmek gerekli. Süper yumuşak lezzet, baştan taşımayalım diye Venedik’ten almadığımız için, bütün İtalya gezisi boyunca, Bellini aramamıza sebep oluyor. İtalya’da bulamayıp kahroluyoruz ama, nihayetinde Bodrum Migros’ta karşımıza çıkıyor, bu da kaderin bir başka çeşit eğlencesi mi diyelim, bizim aptallığımız mı diyelim bilemiyorum.
Çocukları aldıktan sonra, vaporetto’lar hala çalışmadığı için ve oybirliği ile istediğimize karar verildiği için, 50€ ya bir deniz taksi tutarak, Rialto’dan San Marco rıhtımına gitmek üzere anlaşıyoruz.
Santa Lucia tren istasyonundan, Venedik’in ana caddesi Canale Grande– Büyük Kanal üzerinden Rialto’ya kadar gelmiştik. Bu kısım, Büyük Kanal’ın kuzey-doğu bölümünü oluşturuyor. Bu bölümde, 500 yıllık bir dönemde oluşmuş yapılar arasında, zarif gotik süslemeleri ile hemen ilginizi çeken yapı Ca d’Oro, modern bir sanat galerisi ve Doğu Müzesi’nin yer aldığı Ca ‘Pesaro, ön cephesinde etkileyici heykellerin olduğu San Stae Barok Kilisesi, 17-19.yy. da Türk tüccarlar için yapılmış bugün Doğa Tarihi Müzesi olan Fondacio dei Turchi ve Alman besteci R.Wagner’in 1833’te orada öldüğü Palazzo Vendramin Calergi önemli binalar.
Biz, deniz taksi ile, Büyük Kanal’ın lagüne açılan devamını, güney-batı tarafını görmeyi hedefliyoruz. Deniz taksi ile dolaşmanın, kesinlikle gondoldan daha keyifli, daha eğlenceli ve daha havalı olduğunu söyleyebilirim. Büyük Kanal’ın, Rialto’dan San Marco ya devam eden bölümünün de, Venedik’in daha şık, daha elit ve daha pahalı yüzü olduğu söylenebilir.
Ağırlıklı olarak, farklı büyüklük ve gösterişteki palazzoların sıralandığı bu sulak bulvarda, son derece pahalı görünen şık oteller ( Hotel Bauer, Hotel Regina, Grand Canal Hotel ), Belediye Sarayı( başkan denizden geliyor ) ile Gritti ailesine ait olan ve lüks bir butik otel olarak restorasyon gören Palazzo Gritti, Santa Maria delle Salute Kilisesi ile karşı karşıya yer alıyor. Bir milyondan fazla ağaç kazık ile desteklenen görkemli barok kilisenin kanal ağzına bakan manzarası da görkemli.
Büyük küçük hepimizin hoşuna giden bu deniz turu sonrasında, San Marco Meydanı’na denizden yanaşmakta ayrıca keyifli geliyor. Yanımızda bir iskeleye, şıklıkları ve giyimlerindeki göze çarpan lüks ile bir grup yanaşıyor, ahşap riva tipi özel bir taksi ile. ( en pahalı deniz araçlarındandır ) Sorduğumuzda, Cipriani Otel’in müşterilerine ait özel rıhtım olduğu söyleniyor. Sadece bir göz atmak için gidip gelsek mi diye bir an aklımızdan geçiyorsa da, cesaret edemiyoruz.
Sahil kenarından, geldiğimiz yöne, Büyük Kanal içine doğru yürüdüğümüzde, karşımıza ilk olarak Harry’s Bar çıkıyor. Bellini kokteylini içki literatürüne koyduran, Ernest Hemingway’in müdavimi olduğu bu bar, 1931 yılında Guiseppe Cipriani tarafından kurulmuş.
Yanından giren sokak boyunca devam edince, Sta S.Mlo sokağındaki dükkanlarda, bir montun fiyatı 6000 € ya kadar çıkmaya başlıyor. Calle Largo 22 Marzo tarafına doğru ilerledikçe, mağazaların yerini, sanat galerileri ve tasarım mağazaları almaya başlıyor. Campo Fantin’den sonra, haritayı takip etmeyi bırakarak, kendimizi Venedik’te yapılması gereken en güzel şeye, sokaklarda insanların gidişatına göre ilerlemeye teslim ediyoruz.
Kuzeye doğru ilerledikçe pahalı ve lüks mağazalar seyrelerek, kanala sıfır restoranlar ve şarkı söyleyen gondolcularla geçen turist grupları sarmalıyor ortamı. San Marco ve Rialto’nun vıcık vıcık turistik karmaşasından bunalanlar için, San Marco Mahallesi‘nin batı tarafı, sakin ve elit bir kaçamak oluyor.
Venedik’in yine turistik ama daha Venedik yüzünü soluyarak, bayağı bir kaybolduktan sonra, gördüğümüz bir San Marco yazısını takip ederek, Bacino Orneola tarafından meydana ulaşıyoruz ki, San Marco’nun bu yöndeki arka yüzünde, bir gondol park alanı ve çocukların sevdiği Hard Rock Kafe de bulunuyor.
San Marco’da oturup atıştırmak usulü ile akşam yemeğini geçiştiriyoruz. Venedik, sadece, gondol, Rialto ve San Marco’dan ibaret değil. Dünyanın en özel şehirlerinden biri ve bir bütün olarak güzel. Sabah turistik yüzünü, öğlen ticari yüzünü ( Rialto ve San Polo bölgesi pazarları, alışveriş ) ve akşamüstü de elit yüzünü görmüş oluyoruz.
Dar sokaklarında gezmek kadar, kaybolmanın da hazzına vardık. Kanallarını sudan gezdik, sayısız köprüden fotoğrafladık. İnce lezzetleri bulabildiğimiz ölçüde tatmaya çalıştık ama, Venedik’in sadece kendisi de bizi doyurdu.
Kesinlikle emin olduğumuz şey, Venedik’e tekrar tekrar gelebilir ve her seferinde bir başka güzellik keşfedebiliriz. Şubat ayında yapılan karnaval, çocuklar maskelerden korkmadıkları bir yaşa geldiklerinde denenebilir ya da, bir yılbaşını Venedik’te kutlamak unutulmaz bir deneyim yaşatabilir. Belki bir gün ama, kesinlikle kış yada bahar serinliğinde diyerek, son gecemizde Venedik’e tekrar görüşmek umudu ile veda ediyoruz….
venedik-karnavali-italya-venedik
italya-1-gun-bolognavenedik-murano
italya-3-gun-maranello-ferrari
italya-4-gun-siena-san-gigmiano-pisa