Çocukla Geziyorum

KUZEY FRANSA – 3.gün ST.MALO,CANCALE,DİNAN

11 Nisan Pazartesi 2011

Nisan ayında Bretanya‘da hava geç saatte 21.00 gibi kararıyor, sabah  geç aydınlanıyor. Sabahın 07.00 sinde aydınlık güne uyanmaya alışkın bizler, sabah karanlığında bocalıyoruz. Araba kiralamış olmanın avantajı burada. Sabah otelden geç de çıksanız, trenler arası bekleme sürelerinde y ada kaçırma durumunda vakit kaybetme riski yok.

St.Malo’ya direkt olarak D137 yolu ile gidiliyor. Rennes’den şehrin merkezine kadar giden tren seferleri de mevcut. Yolda su almak için durduğumuz benzinciden, St.Malo-Dinard ve Dinan ‘ı detaylı gösteren harita alıyoruz çünkü büyük karayolları haritası şehir içlerini göstermiyor ve şehirlere giriş çıkış Rennes’de hala yolu bulamadığımız gibi biraz sorun olabiliyor .

St.Malo şehri, Rance nehrinin ağzında surlarla çevrili bir adada kurulmuş. Şehir, adını 6.yy.da buraya Hıristiyanlığı yaymaya gelmiş keşiş Maclou’dan almış. 16.ve 19.yy.larda denizcilerin cesareti sayesinde güç ve servet kazanmış.( www.saint-malo-tourisme.com )

17.yy.da Fransa’daki en büyük liman olan St.Malo korsanları ile ünlü. ‘’ Corsair ‘’ adı verilen bu korsanlar, kraldan yabancı gemileri yağmalama izni alan yani devlet destekli korsanlar. En şöhretlileri ise, 1711 ‘de Rio de Janeiro’yu Portekizlilerden alan Rene Duguay-Trouin ile gemileri Doğu Hindistan Şirketi’nin yük gemilerini avlayan gözükara Robert Surcouf.

Yol bizi direkt olarak limana götürüyor. Şehrin içine dair özel bir merak yoksa girmenin gerekliliği yok çünkü gezilecek korsan yerleşimi ,NTRA MURROS isimli, surlarla çevrili Manş Denizi kenarındaki ada. Yaklaştıkça, daha uzaktan,görünümü ile özel bir yer olduğunu belli eden, çevresindeki surlarla aynı renkte 4-5 katlı taş evlerin olduğu ada, son derece karizmatik havası ile bir filmin içine giriyormuşsunuz izlenimi veriyor. Korsan adının geçmesi,  ürkütücü  atmosferini iyice pekiştiriyor.

Biz, aman başka bulamazsak diye İstanbul’dan kalma bir alışkanlıkla gördüğümüz ilk otoparka dalmış olsak da surların çevresi otopark dolu. Ana giriş kapısı Port St.Vincent. Belediye ( Hotel de Ville ) ve müze olarak kullanılan Chateau de St.Malo ( St.Malo şatosu ) bu noktada bulunuyor. Müzede, şehrin ve devlet güdümlü korsanların maceralı tarihi anlatılıyor.

Porte St.Vincent’dan kalkan beyaz gezi trenini öğle tatili olmadan yakalayamadığımız için yürüyerek dolaşmak durumunda kalıyoruz. Bu tür gezi trenlerinde çok eğlenen Çaka, binememiş olmaya fena bozuluyor.

Pek çok krepçinin bulunduğu Porte St.Vincent’dan, Rue Porcon de la Barbinais ve devamına çıkınca, özellikle deniz ve denizcilik ağırlıklı hediyelik eşya dükkanları karşılıyor bizi. Gemileri seven Çağan’a boy boy olan yelkenlilerden taşıyabileceğimiz büyüklükteki birini alıyoruz hatıra.

Cathedrale St.Vincent’in olduğu bölge, hemen hemen tarihi şehrin merkezi gibi ama St.Malo İntra Murros’da asıl gezilmesi gereken yer, istihkam duvarlarının deniz tarafı.

Kapalı, kasvetli, rüzgarlı ve hafif yağışlı olan havanın buraya gelmek için en uygun hava olduğunu düşünüyoruz. Havaya çok uyan kasvetli sur duvarları üzerinde dolaşıyoruz, korsan denizciler gibi bir taraftan da ufku seyrederek. Önümüzde Manş Denizi ve irili ufaklı serpiştirilmiş adacıklar, bu adacıkların üzerinde gözetlemek amaçlı küçük kalecikler var. Manzarayı seyrederken korsan olmaya istek duyuyor insan.

En yakındaki ada olan ‘’Le Grand Bé ‘’ adasında, St.Malo doğumlu ünlü Fransız yazar Chateaubriand’ın mezarı bulunuyor. Fransız romantizminin babası kabul edilen ve gerek döneminde, gerek kendisinden sonra gelen pek çok yazarı etkilemiş olan Chateaubriand ‘ın mezar yeri olarak seçtiği nokta, bana, bedeni Fransız topraklarına ait olsa da ruhunun, aşkı bulduğu  İngiletere’yi gözleyerek, binlerce  denizcinin hayaleti ile birlikte bu kıyılarda dolaşıp durduğunu  düşündürüyor.

St.Malo’da  gezdiğimiz sırada, tüm Bretanya sahillerinde olduğu gibi deniz çekilmiş olduğundan, yazın artık bir sayfiye kasabasının plajları olarak kullanılan sahiller gerçeğinden büyük görünüyor. Çocuklar kulelere çıkarak, dar merdiven dönemeçlerinde birbirlerini korkutmaya çalışıyorlar ve her seferinde korkutuyorlar.Haksız değiller çünkü ortam, havanında etkisi ile aniden birileri saldıracak ve boğazınızı kesiverecek gibi.

Manzarayı biraz daha seyredebilmek ve biraz da ısınmak  için surların üzerindeki bir krepçiye giriyoruz. Çocuklar tabiki çikolatalı olanları tercih ediyor, ben yörenin spesiyali olan ‘’ beurre st.malosucré ‘’ , şekerli ve tereyağlı olanı denemek istiyorum. Breton tereyağları hafif tuzlu ve ayırt edici özelliği bu tuzlu yapısı. İncecik, hafif bir hamur olarak yapılmış, son derece lezzetli krepleri hepimiz çok beğeniyoruz. Krep, tatlı olarak da yemek olarak da yenebiliyor.

Gitmemize yakın etraf iyice kalabalıklaşıyor, ağırlık Fransızlarda.S t.Malo’nun batısında bulunan St.Servan’daki üç katlı Tour Solider’da gemici ve gemilere adanmış kapsamlı bir müze bulunuyor ama, biz vaktimizi 8km. uzaklıktaki Cancale’e gitmek için kullanıyoruz. Tamamı doğal plaj olan güzelim sahilleri görmek için denize paralel olan iç yolu kullanıyoruz. Şehir dışından giden başka bir alternatif yolda mevcut.

Surlar içindeki eski şehri geçtikten sonra Cancale’e doğru sahilden ilerlerken,Chaussé de Sillon ve özellikle devamı Avenue Pastuer, St.Malo’ya gelip zaman ayrılarak gezilmesi gereken caddeler. Deniz ticareti ve korsanlık sayesinde zenginleşen St.Malo’lu armatörler , ‘’malouiniere’’  adı verilen büyük malikaneler yaptırmışlar ki hayran olunası bu evleri, bu caddelerde görebiliyorsunuz.

Deniz kokulu kısa bir yolculuktan sonra Cancale’e varıyoruz. Cancale, istridye yetirtiriciliği ve tüketimine adanmış küçük bir sahil kasabası. Cancale istridyelerinin lezzetinin, onları hergün yıkayan gel-gitlere borçlu olduğu söyleniyor. Kilometreler boyunca uzanan istridye yataklarını yamaçlardan izlemek mümkün.

Cancale’ın, bir tepenin üzerindeki küçücük merkezini geçip aşağı limana ‘’Porte de la Houle’’ a iniyoruz. Ağırlıklı olarak deniz ürünleri restoranlarının ve bir iki küçük motelin bulunduğu, yarım ay şeklinde kapalı bir koy. Midyeleri tezgahlarda satanlarda var, her çeşit bütçeye göre pişirenlerde.

İstridyeler boy boy. 1 numara en büyük olanları, 5 numara ise en küçük ve ucuz olanları. Boy ve adedine göre fiyatlar çeşitli. Konu o kadar sahiplenilmişki bu koyda küçük bir midye ve taraklı deniz hayvanları müzesi dahi var. ( Musée de L’Huitre et du Coquillage ) İstridyeleri açmanın kolay olmadığını ve testere kullanmak gerektiğini de canlı olarak görüyoruz.

Küçük koyu şöyle bir dolaşıp çekilmiş denizin üzerinde biraz yürüdükten sonra menüsünde başka yiyeceklerin de bulunduğu  bir restorana giriyoruz. Müşteriler genellikle deniz ürünleri tabağını tercih ediyorlar. İstridyeler, 6 – 9 veya 12’li olarak yosun serilmiş bir tabağın üzerinde, tabiki çiğ yenmek üzere, limon ile birlikte servis ediliyor.

Çiğ olma kısmına alışık olmadığımız için, cesaret edemediğimden ama buraya gelme amacımızda  çiğ  istridye tatmak olduğundan, kendi aramızda ne yapacağımızı tartışırken garson çocuk Türkçe konuştuğumuzu anlıyor. Demek Türkler, adama Türkçe öğretecek kadar buraya da akın etmişler diye düşünüyorum ve bildiği yalan yanlış Türkçe kelimeleri düzeltiyorum. O da, kibarlık edip sadece denemem için bana tek bir istridye getiriyor. Nasıl yemem gerektiğini tarif ederken, kaşıkla ‘’ayağını ‘’ koparmak lazım gibi bir cümle kurması, bütün cesaretimi baltalıyorsa da artık ayıp olmasın diye mecburen ağzıma atıyorum.

İlk ısırışta nötr bir tatsızlık, daha sonra deniz çiğniyormuş hissi, sonra limon sıkmak iyi olurmuş düşüncesi, tamamen yuttuktan sonra ise tarif edilmez çok güçlü bir tat yoğunluğu yaşıyorum. Bir hayvanın çiğ olarak yenmesi sonucu genzinize kadar tüm ağız bölgenizi kaplayan, şimdiye kadar yediğim her şeyden daha güçlü ve farklı bir  tat bırakıyor olması çok şaşırtıyor beni. Üstelik ağzı ve genzi çepeçevre kaplayan bu yoğun tat, öyle hemen ağza yayılmadığı gibi hemen de geçmiyor. Ben garsona hayır daha fazlasını yiyemeyeceğim dedikten ve oda beni en azından cesaret göstermiş olmamdan dolayı tebrik ettikten sonra cancalebaşlıyor ağzımın içindeki seremoni. Etkisi, Tekin levrek, ben Fransa’da yaygın olan dil balığı siparişi vermemiz  boyunca da sürüyor.

Sipariş ettiğimiz balıklar son derece başarılı. Gayet keyifli ve doyurucu bir yemek oluyor. Yinede  istridyenin bıraktığı güçlü tat duygusunu unutamıyorum. Etki o kadar uzun ki insanların neden ana yemek gibi sadece onu yediğini anlıyorum. Türkçe öğrenmeye pek hevesli ve anlayışlı garsona veda edip hoşumuza giden bu restoran ‘’Chez Victor ‘’dan çıkınca, az önce suda yüzen bir teknenin, artık kumsala oturmuş olduğunu görüyoruz.

Geldiğimiz yoldan St.Malo’ya dönerek şehrin içine girmeden, gel-git akımlarının gücünden elektrik üreten dünyanın ilk barajı olan, Rance Nehri Barajı’nı geçerek, bir göz atmak
üzere Dinard’a sapıyoruz.

Cote D’Emeraud ( Zümrüt Sahili ) olarak adlandırılan bölgenin başlangıcı sayılan Dinard,  Zümrüt Sahillerinin kraliçesi. 1850’lerde keşfedilen ve hala dünyanın en zenginlerine ev sahipliği yapan bir tatil beldesi.

Boulevard Feart’tan yamaçta karşıdaki St.Malo’ya bakan malikaneler arasından geçerek, Casino’nun bulunduğu Plage de L’ecluse adı verilmiş sahile iniyoruz. Çocukken okuduğumuz Ayşegül kitaplarındaki ( orijinali Fransızdır zaten ) resimlere benzeyen, göz alabildiğine uzanan kumsalda, koşturan çocuklara, uçurtma uçuranlara, birşeyler yiyenlere, yamaçlardaki malikanelerin güzelliğine  göz atıp, geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz.

Rennes’e dönmeden önce son durağımız Dinan oluyor. Rance nehrinin vadisine bakan bir tepedeki Dinan, ortaçağ izleri taşıyan modern bir Pazar yeri kasabası. Surların içindeki iyi korunmuş yarı ahşap evleri ve sokakları ile ‘’Vielle Ville ‘’ ( eski şehir )  etkileyici doğal bir bütünlüğe sahip. Başka bir zamana geçmişsiniz etkisi veriyor.

Bölgede, belli büyüklükteki her kasabada bulunan,  ‘’La belle- İlloise ‘’ isimli konserveci, çeşitli yöreye özgü yerel ürünlerin ve yemeklerin konservelerini satıyor. Fiyatları görünce vazgeçip, başka bir yerel ürünler satan mağazadan, La confiserie de l’Horloge ( www.confiserie-quella.com ) Breton Spesiyalitesi olan, ekmeğe sürülecek krem karamel sos ( Gwelladou ), kestane balı, beş otlu ve ballı hardal ile Breton tereyağından yapılmış tuzlu tereyağlı  Breton kurabiyeleri ve yine yörenin klasiği karamel şekerleri alıyoruz.

Şehir surlarından çıkıp  Rue du Chateau ve Rue du Generale de Gaulle yollarını takip ederek Rance nehrini geçen viyadüğün altında bulunan Dinan’ın limanına iniyoruz. Bir zamanlar dokumaların nakledildiği bu hareketli limanda şimdi oturup birşeyler içmek
veya gezinti tekneleri ile nehri dolaşmak son derece keyifli.

Tepede surlu bir şehir, aşağıda ortaçağdan kalma bir liman ve bunlara çok da aykırı kaçmamış viyadük, altından da, üstünden de dinardoldukça hoş seyirlikler sunuyor. Taş, ahşap ve yeşilin görkemli karışımı ile Dinan, daha geniş zaman ayrılması gereken görkemli bir ortaçağ kasabası olarak çok hoşumuza gidiyor.

Rennes’e dönmeden önce , yine yakın mesafedeki Combourg’u ziyaret edip 11.yy.dan kalma devasa Chateau de Combourg ‘u görmek de planımızda olsa da vaktimiz ne yazık ki yetmiyor.

Rennes’e  dönüyoruz ve oteli bulmak yine küçük bir hata payı ile mümkün olabiliyor. Nasıl bir takıntı yaptık anlamış değiliz, gezdiğimiz o kadar yolu bulup otel yolunu bulamıyoruz bir türlü. Yorulduğumuz için ve otelimiz, Rennes merkezinden daha sempatik olduğu için, otelde nefis bir enginar çorbası ile günü tamamlıyoruz…

 

kuzey-fransa-4-gun-vitrele-mansparis

kuzey-fransa-5-gun-pierrefondsle-bourget

kuzey-fransa-6-gun-parc-asterixst-michel

kuzey-fransa-7-gun-honfleurdeauvilleetretat

 

dinard

Paylaşın: