25 Ekim Perşembe 2012
Tower of London, Tower Bridge, HMS Belfast, Piccadilly Street, Fortnum&Mason, Westminister, London Eye, St.Katherine Docs
Bugün bayram, Kurban Bayramı. Kahvaltıda kendi kendimize bayramlaşıyoruz, ailelere telefon ediyoruz. Çocuklara bayram nosyonunu aşılamaya çalışıyoruz ama etrafta yaşlı aile ferdi olmadığı için, kendi üzerimizde el öptürtmeye çalışmak zorlama ve eğreti olduğu gibi işin ciddiyetini de bozuyor. Yaşlıların elini öpme adeti sanırım bizim neslimiz ile son bulacak, hal hatır sormaya alışsınlar o da yeter.
Yoğun geçen bir üç günden sonra bugün otelimizin bulunduğu mahallede gezeceğiz, Tower of London ( Londra Kulesi ) ve Tower Bridge. İlerleyen saatlerde turlar geldiğinde oluşan uzun kuyruklara kalmamak için, kahvaltı sonrası oyalanmadan caddeyi geçerek Tower of London’dan başlıyoruz güne.
Caddeyi geçerken, üç gündür hala alışamadığımızdan, sola-sağa-tekrar sola-yukarıya- aşağıya-arkaya tarzında bir çılgınlık boyutunda neredeyse 360 derece her yöne döne döne bakınarak geçiyoruz. Hala boş bulunup bakılması gereken yönü şaşırabiliyoruz. Bu nedenle araba olmasa bile motosikletli ve daha kötüsü son sürat aniden fırlayan bisikletliler nedeni ile caddelerde panik yapmış bir görüntüye sahibiz.
Erken geldiğimiz için boş olan bilet bankosundan biletlerimizi alıyoruz. İnternetten almayınca, bilet konusunda ya bizim önceden maruz kaldığımız gibi uzun süreler beklemek yada şimdi yaptığımız gibi erken gelmek gerekliliği var.
Bugün artık içi boş olan kale çevresindeki hendeğin üzerindeki köprüden, beş tarihi kraliyet sarayından biri olan Tower of London a giriyoruz. ( Historic Royal Palaces – www.hrp.org.uk )Londra Kulesi, ulusun tarihi boyunca pek çok kanlı olaya tanıklık etmiş. Burada yaşanan hapis ve ölüm cezaları ile ünlü ama kraliyet konutu, cephanelik, darphane, rasathane ve kraliyet mücevherlerinin sergilendiği kasa olarak da kullanılmış.
Sur duvarlarının ortasında yer alan White Tower ( Beyaz Kule ) 1076 da yapılmış orijinal ‘’Kule ‘’. Kraliyet taçlarının bir kısmı, mahzen katında sergileniyor. Mücevherler arasında 1937’de ana kraliçenin tacına takılan efsanevi Koh-i Noor elması da bulunuyor. Batıdaki Tower Green’de( Yeşil Kule ) aralarında VIII.Henry’nin ikinci ( Ann Boleyn ) ve beşinci eşleri de bulunan 7 kişinin başı vurulmuş.
Nehir kıyısında, mahkumların sokulduğu Traitors Gate( Hainler Kapısı ) in yanında yer alan Bloody Tower ( Kanlı Kule )da ise, 12 yaşındaki V.Edward ve 10 yaşındaki kardeşi öldürülmüş, Sir Walter Raleigh de esir yatmış.
Kuleler ve kalenin tamamı fazla büyük ve öyle uzun uzadıya gezilecek yerler değil. Görsel olarak sunduklarından ziyade kanlı tarihleri ile etkiliyorlar. Biz dolaşırken Londra’nın henüz yeni tanıştığımız yağmuru hafif hafif atıştırarak bir bayram sabahı sürprizi yapıyor.
Gri kasvetli bir şehrin, gri tonlu bulanık suları ile akan nehrinin kenarında, tarihin yüklediği ağırlık renklerini soldurmuş kaleye, yağmurun beraberinde getirdiği kasvetli gökyüzü görüntüsünü ve yaşanan tüm dehşeti yatıştırmak istercesine dinginleşen havayı çok yakıştırıyorum. Bu nedenle sur duvarlarında biraz oyalanıp kaleyi ve Thames nehrini seyrediyoruz bir müddet. Zaman ilerledikçe insan grupları ve bayramın etkisi ile etrafta Türkçe konuşmalar artmaya başlıyor.
Bilet satış noktası ile Tower Pier ( Kule Rıhtımı ) arasında bulunan Tudor tipi beyaz evler ve ana cadde üzerindeki All Hallows by Tower kilisesi bir ara mutlaka gezme isteği ile aklımda kalıyor. Özellikle kilisenin küçük, samimi ve döneminin izlerini korumuş yapısı, nedenini anlamadığım şekilde her gördüğümde ( o yoldan geçiyor 15 numara )beni çekiyor.
Ama bulunduğumuz yön itibarı ile yakın olduğumuz için, kalenin doğu tarafında bulunan Tower Bridge’in üstüne çıkıyoruz.( Kule Köprüsü )1894’te yapıldığı yıllarda dönemi için çok önemli bir mühendislik başarısı olan köprü, tartışmasız olarak dünyanın en tanınmış köprülerinden biri. Köprünün çelik iskeletini gizleyen, granit ve portland taşından Neo Gotik üslup ile süslenmiş mimari estetiği ise dünyada tek.
Bilet alarak asansör ile en üst katına çıkıyoruz. Açılıp kapanabilen alt köprü seviyesinden araçlar gibi yayalarda ücretsiz geçebiliyor ama yükseltilmiş üst köprü ücrete tabi.1909 ve 1982 yılları arasında, fuhuş ve intiharların yaygınlaşması ile burayı kapatmak durumunda kalmışlar.
Köprü kulesinin en üst katında küçük bir sinema salonunda kısa bir film ile, köprünün mimarının ve mühendisinin ağzından, majesteleri kraliçenin nezaretinde, yapılış hikayesi anlatılıyor. Kapalı korunaklı bir koridor havası veren üst köprü etkileyici bir Londra manzarası sunuyor. Bu alan, manzara seyretmenin haricinde aynı zamanda bir sergi gibi düzenlenmiş ve köprünün teknik çizimleri ile dünyadaki özellikli başka köprüler hakkında bilgiler içeriyor.1.Boğaz köprüsü de iki kıtayı birleştiren köprü olarak bu listede yerini almış.
Karşı kuleden tekrar asansöre binerek aşağı iniyoruz. Asansör görevlisi kız konuşmalarımızdan( çocuklar çok konuşuyor-daimi ) Türk olduğumuzu anlıyor ve kendisinin de Arnavut ve Müslüman olduğunu söyleyerek bayramımızı kutluyor. Mutlu olarak bizde onun bayramını kutluyoruz. Bayramın ve mensup olduğumuz dinin evrenselliğini, yurtdışında olduğumuz zamanlarda ve bu gibi durumlarda daha iyi kavrıyoruz.
Köprünün alt katında Makine odasına ( Engine Room) inilebiliyor ve köprünün açılıp kapanması sırasında kullanılan dev buhar kazanları ile ilgili interaktif bir oyun oynanabiliyor ama biz geçtiğimiz Thames Nehri karşı kıyısında biraz oturabilmek için bir kafe arayışına girmeyi tercih ediyoruz.
Thames nehrinin karşı tarafı, Tower Hill bölgesinin karşısına gelen alan, City Hall ( Belediye Binası ) ve kuzey taraftaki silindirvari Gherkin binası gibi The Shard adı verilen üçgen prizma şeklindeki iş merkezini bulundurması nedeni ile geniş açıklıklarda yürüyüş yolları ve meydan olarak düzenlenmiş, daha ziyade çalışan kesime hitap eden bir bölge. ( Southwark )
Nerede oturabiliriz diye bakınırken çocuklar, nehrin orta yerinde demirlemiş ve kıyıya bir yaya köprüsü ile bağlı olan HMS Belfast savaş gemisini görüyorlar. Biraz otursaydık bile diyemeden kendimizi gemiye doğru koşan Çağan’ın peşinde buluyoruz.
11.550 tonluk bir kraliyet donanma gemisi olan HMS Belfast, hem II.Dünya Savaşı’nda, hem de Kore Savaşı’nda rol aldıktan sonra, 1971 yılında Thames Nehri’ne demir atmış. Üç katlı gibi tarif edilebilecek bu gemi, mankenler ile yaratılmış mizansenler aracılığıyla, II.Dünya savaşı zamanı gemi hayatı hakkındaki bir müze gibi düzenlenmiş. Yatakhaneler, yemek salonları, kantin, revir, ameliyathane, telgraf odası v.s.yi gezerken, gemicileri, kısıtlı hayatlarının zorluğunu görebiliyor ve savaş dönemindeki ıstırabı, özellikle revir ve ameliyathanede hissedebiliyorsunuz. Üst güvertede bir odada da geminin toplarından ateş etme simülasyonu bulunuyor. ( www.lwm.org.uk )
Geminin labirentvari koridor ve katlarında farkında olmadan bayağı bir zaman geçiriyoruz. Otele dönüp hafif ıslak olan kıyafetlerimizi değiştirerek, randevumuz olan Beş Çayı’na yetişmek üzere, gideceğimiz yerin talebine uygun olacak şekilde ‘’şık gündelik kıyafetler’’ giyerek, Piccadilly Circus’a gidiyoruz.
İngilizler beş çayı denilen akşam üstü çay ziyafetlerinin mucidi. Öğleden sonra, saat 15.00 ile 17.00 arasında, sandviçler, kurabiyeler, reçeller, kaymaklar, Earl Grey ve Darjeeling çayları eşliğinde sürdürülen bu sefa, büyük ölçüde eski boyutunda olmasa da hala popüler. İngilizler yanındakilerle zenginleştirilmiş çay saati alışkanlığına ‘’High Tea ‘’ Yüksek Çay adını veriyorlar, aristokrasiyi ve zenginliği çağrıştırdığı için.
Viktorya döneminde, sadece sabah ve akşam yemek yiyen İngilizler hali ile akşamüstü acıkınca, 7.Bedford Düşesi’nin , saat 17.00 civarı uşağından çay ile birlikte ekmek ve tereyağı istemesi ve hoşuna giden bu durumu arkadaşları ile paylaşması üzerine başlayıp gelişmiş.
Klasik bir ‘’High Tea’’ seansında çay ile birlikte; somonlu, jambonlu, salatalıklı sandviçler, İngiliz usulü muffin’ler, çilek ve limon reçelleri ile ‘’Devon’’ kaymağı, ‘’scone’’ adı verilen tuzlular, Viktorya keki gibi lezzetler yer alıyor. Bu uygulama Ritz, Dorchester gibi lüks otellerde veya geleneksel köklü çay salonlarında devam ediyor. Fortnum&Mason, The Langham, The Savoy, Claridge’s, The Lanesborough bunların en ünlüleri. Ancak maalesef hepsine öyle el kol sallayarak gidilmiyor, rezervasyon yapmak hatta bazılarında kıyafet zorunluluğuna uymak gerekli.
Fortnum&Mason için gelmeden çok önce ( yine yer ve saat bulmak zor oldu )dünya paraya, rezervasyon yaptırdık ki internet üzerinden rezervasyonunuz olmadan asla kapıdan almıyorlar, yerde olmuyor zaten.
Piccadilly Circus’a açılan Piccadilly Street üzerinde, büyük ve tarihi bir binada Fortnum&Mason. Aynı cadde üzerinde, daha basit çay evleri ve The Ritz oteli bulunuyor. Hatta kapısında Türkçe olarak ‘’Türk kahvesi var’’ yazan Kahve Dünyası’da bu caddeyi tercih etmiş.
Çocuklar inşallah bizi dışarı davet etmek zorunda bırakmazlar kimseyi diye dua ederek binanın en üst katına çıkıyoruz. Respsiyon bankosunun böldüğü kat iki ayrı salondan oluşuyor. Bir taraf şapkaları ile gelmiş orta yaşlı İngiliz hanımların bulunduğu bir salon, Diamons Jubilee çay salonu ise daha ziyade bizim gibi meraklı turistlerin ağırlandığı salon.
Öncelikle içeceğimiz çayın çeşidi soruluyor. Stronger Tea ( güçlü çaylar ), Lighter Tea ( hafif çaylar ) Aronmatic Tea ( bergamutlu- earl grey- gibi aromalı olanlar ) ve Natural İnfusions ( doğal çaylar-limon, yasemin v.s. )arasından biz Royal Blend ( kraliyet harmanı ), çocuklarda limon çayı tercih ediyoruz.Turkuaz rengi ince porselenden servis takımlarında yiyecekler ve alman gümüşü çaydanlıklarda sıcak su ile demlenecek harmanlar getiriliyor.
Çocuklar üç katlı servis tabağının üstündeki pastalara saldırmadan zorla bir resim çekebiliyorum. Sıkılırlar mı acaba diye endişelenirken, porselen bardaklar, demlikler, süzgeçler, katlı servisin cazibeli seçenek sunumu ile bu çay ritüeli, adeta evcilik oynayan çocuklar gibi hepimizin hoşuna gidiyor. Sevdiğiniz üründen tekrar isteyebiliyor ayrıca masanın dışındaki bir başka servis arabasından da beğendiğiniz pasta ya da keki alabiliyorsunuz.
Pasta ve keklerin de son derece lezezetli olduğunu söylemeliyim ama ‘’Somerset Clotted Cream’’ denilen tereyağı kaymak karışımı mamül benim için Londra’nın anlam ve önemi oluyor. Dibini bulduğum kremin sonuna yaklaştığımda, aristokrasiye özenen bir burjuva gibi davranıp kibarca sonunu bırakmalı mı yoksa böyle bir lezzet heba edilir mi mantığı ile düşünen bir yurdum insanı olarak dibini bir ‘’scone’’ parçası ile sıyırmalı mı ikilemine düşüyorum. Sonuçta İngiliz aristokrasisi değil, Türk milliyetçiliği ağır basıyor. Hatta abartıp kaba burnumu sokarak dille yalama aşamasında eşim devreye girerek beni kendime getiriyor.
İçine düştüğüm krem, çocukların özellikle bayıldığı çilek reçeli ve lezzetli sunumlar bir yana, çay için aynı beğeniyi söylemek zor. İngilizlerin genellikle süt ile içtikleri çay, aslında çok güzel harmanlara ve aromalara sahip çeşitlilikte ama, soğuk ve bizim için yeteri kadar demli değil. Türk insanının alıştığı, çayın kendi demliğinde demlenerek belli bir sürede, belli bir tada ve koyuluğa ulaşmasıdır ve sıcak içilir. Metal demliklerde getirilen sıcak su ne kadar metalde olsa bir zaman sonra soğuyor. Su soğumasın derseniz çay istediğiniz yoğun tadı verecek şekilde demlenmiyor. İnat edip beklerseniz de bu sefer acılaşıyor. Bu güzelim harmanlardan yeteri kadar lezzet alamadıkları için mi süt ilave ediyorlar diye düşünüyoruz.
Ortamın nezaketinden, farklı bir çay içme ritüeli yaşamış olmaktan ve yenilenlerin lezzetinden ailecek öyle memnun kalıyoruz ki, rezervasyonu ilk yaptığımda ‘’bu kadar parayı çay içmeye mi vereceğiz’’ eleştirilerinin yada ‘’siz çay içerken ben Ipad oynayabilir miyim’’ sorularının yerini, gitmeden bir başka çay salonuna daha gidelim fikri alıyor.
Arka salonda şapkalı İngiliz hanımları eşleri ile dans ederken, önümüzdeki masaya yeni gelen eşofmanlı genç kızın bulunduğu ailenin Türk olduğunu varsayıyorum. Çünkü ancak bir Türk kendini eşofmanla şık sanabilir. Bu eşofman hangi marka ve kaç para biliyor musun muhabbeti ve marka ise şıkımdır zihniyeti.
Nitekim yanılmıyoruz ve çıkarken kapıda bir başka Türk beyefendinin rezervasyonu olmadığı halde ısrarla girsek ne olur muhabbetine tanık oluyoruz. Ayrılmadan önce küçük kutularda, kraliçenin 60.yılına özel olarak düzenlenmiş Jubilee blend harman çayı hediye ediyorlar. Türkiye’ye dönüp denediğimiz zaman bizim damak tadımıza uygun, koyu, güzel demlenen ve oldukça da lezzetli bir çay olduğunu görüyoruz.
Binanın zemin ve giriş katlarında market bulunuyor ve yukarıda yediğiniz içtiğiniz herşeyi buradan satın alabiliyorsunuz. Küçük pastanesinde ayrıca rezervasyonsuz oturup çay içebiliyorsunuz.
Market, meraklıları için tutku dolu bir yer. Pek çok çeşit çayın yanısıra, Fortnum&Mason’un kendi hazırladığı harmanları da satılıyor. Kalsik Earl Grey’ler haricinde değişik gelen bir ‘’smoked’’( tütsülenmiş) Earl Grey alıyorum.
Çaylardan başka çikolatalar, şekerler ve son derece ilginç ballar vereçeller var. ’’Babaanneniz duyarsa çok bozulur ‘’ ısrarlarıma rağmen çocuklar bayıldıkları çilek reçelinden almak konusunda ısrarcı oluyorlar. Taşıma endişesi ile yalnızca Yeni Zellanda’nın kuzey adaları subtropikal ormanlarından elde edilen bir bal ile bembeyaz görünen Shropshıre balı almakla yetinmek zorunda kalıyoruz.
Çıkışta tam karşımızda bulunan Royal Akademic of Arts’ın( ülkenin ilk resmi sanat akademisi olan kurum )bulunduğu binanın girişindeki Burlington Arcade’ı şöyle bir turluyoruz. Daha ziyade aristokrat İngiliz leydi ve gentelmen’lerine yönelik mağazalar bize pek bir şey ifade etmiyor.
Otobüse binerek Westminister parlamento binasının önünde iniyoruz. Big Ben saat kulesinin yer aldığı Westminister Sarayı olarak bilinen Parlamento Binası, Londra’nın simge yapılarından biri ve Unesco Dünya Mirası. On üç tonluk ana çanından dolayı Big Ben olarak anılan gösterişli altın varaklı saat kulesi ile Viktorya gotik mimarisinin önemli bir temsilcisi olan yapı, kendine güvenli duruşu ile bir zamanlar üzerinde güneş batmayan bir imparatorluğu temsil ediyor. Westminister Sarayı, yaz sezonunda rehberli turlar ile gezilebiliyor.
Westminister Binasının arkasında onun heybetinin biraz gölgesinde kalan Westminister Manastırı ise, Kral Fatih William zamanından beri taç giyme törenlerinin yapıldığı, sayısız kral ve kraliçenin mezarının bulunduğu, mütevazi görünüşünün asil bir ruhu yansıttığı, gezmenin daha enteresan olacağını düşündüğüm bir yapı.
Parlamento Binası’nın önündeki Westminister köprüsünden Thames Nehri’nin karşısına geçiyoruz ve London Eye’a ulaşıyoruz. Arkasındaki yapıda SeaLife London bulunuyor. Akşamüstü olduğu için ne mutlu ki kuyruklar azalmış, önemsenmeyecek mertebeye gelmiş.
Londra’nın yeteri kadar simgesi ve turistik yeri yokmuş gibi üşenmeyip birde London Eye’ı yapmışlar.135 mt.yüksekliği ile Avrupa’daki en büyük dönme dolap.32 bölmesi yani kapsülü var ve oldukça yavaş uzaktan algılanmayacak bir hızla dönüyor. Bir turu tamamlamak yarım saatten fazla sürüyor. ( www.ba-londoneye.com )
Sunduğu muhteşem Londra ve Thames manzarasını yavaş yavaş yükseklik değiştirerek izlemiş oluyorsunuz. Londra grisinin bütün tonları önünüzde göz alabildiğine uzanıyor. Hafiften yaklaşan gecenin mavi saatinde ise daha da güzel görsel seyirlikler ortaya çıkıyor. Parlamento Binasının ışıltılı hali başlı başına bir güzellik zaten.
Otele dönüp biraz dinlendikten sonra o kadar yemiş olmamıza rağmen sırf yakın olduğu için Tower of London’un önündeki gezinti yolunun devamında yer alan St.Katherine Docs’ ( dok)larına gidiyoruz.
Kuleden doklara kadar, kulenin ve köprünün gece görüntüsünü izlemek için çok güzel bir gezinti bandı oluşturulmuş. 1820 lerin sonunda Thames Nehri’nin tıkanıklığını azaltmak için inşaa edilen St.Katherine dokları, bugün gelir seviyesi yüksek bir kesimin marinası. İş merkezleri, mağazalar restoranlar, kaliteli görünen siteler ve geçişli havuzlarla nehire bağlanan marina, ilgimizi çekiyor.
Faaliyetlerinin zirvede olduğu yıllarda 200 tonun üzerinde fildişi kabul eden üç havuzun ortasındaki saat kulesi ile dikkat çeken İvory House ( Fildişi Evi )un bulunduğu yerde bir restoranda ışıltısı ile bizim dikkatimizi çekiyor. Charles Dickens’in büyük torunu tarafından açılmış The Dickens İnn adlı üç katlı restoranın girişi bir pub. Diğer katlarında pizzacı ve et restoranı var.
Nede olsa aristokrat bir yapıda olmadığı için ( ukalalık budur işte ) Pişirme ve sunma şekli ile biraz kaba bulduğumuz etleri, lezzet ve porsiyon büyüklüğü olarak gayet yeterli buluyoruz. Marina ve nehir kıyısında kısa bir gece gezintisi sonrasında, güya sakin bir programla geçirmiş olduğumuz bu günümüzü de sonlandırıyoruz….
tower-of-london-ingiltere-londra
londra-2-gun-west-end-marylebone
londra-3-gun-soho-covent-garden
londra-5-gun-whitehall-leicester-square
londra-6-gun-hyde-park-mayfair-st-james
londra-7-gun-greenwichbanksidesouthbank